Kerkenes Karakocaoğlu Kışlası Köyü Belgeseli

Kültür-Sanat 02.07.2024 - 02:00, Güncelleme: 02.07.2024 - 02:05
 

Kerkenes Karakocaoğlu Kışlası Köyü Belgeseli

Rıfat ÇAKIR / Anadolu’nun İsviçre’si, Türkiye’nin Davos’u, Avrasya’nın incisi, gözbebeği bir mekandan bahsedeceğim sizlere. Holywood film sektörü, Avrupa’lı seyyahlar, belgesel yapımcıları, foto safari tutkunları, Natinal Coğrafik ve daha onlarcası zümrüt Kerkenes Dağlarını bi görseler bir daha Alplerden, Apeninlerden, Prinelerden inanın bahsetmeyecekler.
Anlatmak istediğim asıl mekan ise her görenin tutkulu bir aşkla sevdalanıp, efsunlu atmosferine tiryaki olduğu bu sıra dağların tek sahibi olup, yerleşkesini de bereketinden beslenip ana bildikleri bu dağın eteğine kuran Karakocaoğlu Kışlası Köyünün efsane güzellikleri…  Biliyorsunuz bir doğa harikası tarif edilirken “Saklı Cennet” tabiri çok sık kullanılır. İşte bu tarifin en gerçek tezahürü Kerkenes etekleri kompleksinde yer alan Bozbel, Üç Arhaç, Aerek Depesi, Alim Pınarının Depe, Arılıh Çuhuru, Çamlar, Arhaç, Ötüyüz, Meyremin Bosdanlıh, Gamişli, Gocabel, Guzu Arhacı, Gurbaalıh, Kor Pınar, Yoncalı Hüyük, İmran Yolu, Dıraz Yeri, Gamişli, Çamderesi, Köromar ve Kertme gibi yakut mevkiileri barındıran Karakocaoğlu Kışlası, ulaşımı ana yollardan sapa bir güzergahta oluşundan olsa gerek, bugüne kadar hiçbir kurum ve kitlenin ilgisini çekememiş, kimseye de adını, önemini ve güzelliklerini istenildiği gibi duyurup tanıtamamış tablo estetiğinde zümrüt bir köy.   Aroma ve lezzetini gurmelerin bile tarif edemediği Emir cinsi ile tadı ve şirasına kimsenin akıl erdiremediği Kınalı Yapıncak cinsi üzümleri, farmakologların tek başına bir ilaç dediği ampul gibi Daş Armutları, hepsi birbirinden rayihalı türlü meyveleri ve gül rengindeki pekmeziyle ünlü bu köyün eşsiz cömertlikte, görgülü ve çok misafirperver insanları var. Dostluk, fazilet ve nimetlerle süslü billur coğrafyalarının geçte olsa farkına varan Kışlalılar çalışkan muhtarları ve Ankara dernekleri vasıtasıyla şimdilerde çok nitelikli organizasyonlar tertip edip, Türkiye genelinde tanıtım atağına geçiyorlar. Artan nüfus, küçülen ekonomi, iş, eğitim, istihdam ve sosyal güvence zaruriyeti fertleri göçe zorlayınca, sevdalı oldukları toprakları terkedip şehirlere yerleşince köy uzun yıllar atıl kalmış. Rekoltesi düşük tarım, yazı kısa, kışı uzun elverişsiz hayvancılık, yaylak ve otlak darlığı, hastalık-yaşlılık, sağlık, ulaşım vs. gibi gittikçe katlanan dertlere tedbir hepside büyükşehirlerin yolunu tutmuş, geliri düşük vasıfsız işlerde çalışıp, şehrin uzak gettolarında ikamet etmişler.    Sağlam aile yapıları, kaliteli karakterleri, zeki, üretken ve dürüst emekleriyle bilinen altın kalpli Kışlalılar, yerleştikleri şehirlerde vasıfsız statüde fazla zaman kaybetmeden, girişimci ve lider ruhlarıyla kısa sürede birçok mesleğin kompetanı, duayeni olmuşlar, hepsinden önemlisi çocuklarını yüksek eğitime ve itibarlı meslek gruplarına yönlendirmişler. Bağları sıkı komşuluk, akrabalık ve hemşehrilik gelenekleriyle dayanışma içinde yardımlaşınca da hem eğitimli, hemde varlıklı olmuşlar.   Avrupa’ya gidenler de öyle. Hem yurt-yuva tutmuş, hemde köylerinden, ilçelerinden bir çok kişiye ekmek kapısı açmışlar. Bugün o kadar varlıklı Kışlalı var ki, isteseler devasa işletmeler kurar, çok kapsamlı istihdam alanları oluşturabilirler.    Bu güzel insanların içindeki memleket sevdasını, vatan aşkını ve hemşehri vefasını inanın tarif etmekte güçlük çekiyorum. Topraklarına o kadar samimi bir sadakatle bağlılar ki, hangi sosyal statüye, hangi ekonomik seviyeye, hangi makama, hangi mevkiye çıkarlarsa çıksınlar, ruhlarındaki tek Cennet Karakocaoğlu Kışlası….    Zaruri harcamaları haricinde ellerine geçen ilk tasarruflarıyla hepside önce baba ocağını canlandırmış. Ev yapmışlar, bahçe ekmişler, dağlarını-bağlarını güzelleştirmişler, ağaç dikmişler, yol yaptırmışlar daha neler neler..   Türkiye’de refah düzeyi yükselen kişiler tatil için Didim’e, Dalyan’a, Assos’a, Fethiye’ye, Marmaris’e, Akyaka’ya, Jamaika’ya, İbiza’ya, Maurutius’a, Belize’ye, Goa’ya, Algarve’ye, Zanzibar’a, Cook Adalarına, Westfjords Bölgesine, Auckland’a, Paris’e, Milano’ya giderken, Kışlalılar, Çamderesi’ne, Alim Pınarı’na, Köromar’a, Üç Arkaç’a, Arek Tepesi, Ötüyüz, Kertme ve Bozbel’e gelmekten vazgeçmiyor.   Mesela Deniz için Muğla koylarına, Kızıldeniz’e, Puket Adasına, Sharm-el Şeyh’e, Adriyatik’e gitmek yerine Ötüyüzdeki Cağaldağa, Korpınar’daki milekli golmeğe, Gurbaalıh, Gara Musdafanın Havız ve Ali Çavışın Pınara çimmiye geliyorlar. Ve buraların konforunu, duygusunu, özlem ve neşesini hiçbir koya, sahile, okyanusa değişmiyorlar. Bu yüce gönüllü insanlar kayda değer ekonomik imkanlara ulaşmasına rağmen, gönüllerinde en ufacık bir kibir, kapris, trip barındırmıyor, her zaman can cana, gönül gönüle sıla sadakatine vefa ile bağlı kalıyorlar.   Aslında sazın ve sözün üstadı, tezenenin virtiözü, Karakocaoğlu Kışlası Şenliklerine ezgileriyle damga vuran kıymet Ali ARLIER ustadan, sadece Karakocaoğlu Kışlasını değil tüm bizim coğrafyamızı konu alan güzel bir beste umuyor, dillere destan bir türkü çıkarmasını arzu ediyoruz.     Cenab-ı Allah Bu köyün insanlarını gerçekten eşsiz bir nezaket ve zarafetle donatmış. Misafirperverlik, saygı, cömertlik, ikram ve muhabbette hepsi birbiriyle yarışırken, büyük-küçük saygı hiyerarşisinde itaate amade derya gönülleriyle heryerde asalet yansıtıyorlar.   Geleneksel ritüeller, töre kuramları, adaletli dayanışma ve yardımlaşmalar o kadar kusursuz uygulanıyor ki, erdem ve kanaatlerine herkes imreniyor. Büyüğünden küçüğüne alicenap, eli cömert hanesi açık, sofrası ortada, ekmeğini tevazuyla paylaşan, ordu gelse misafir etmeye kalkışan, genetiği bozulmamış eşsiz bir Türk kültürü hakim bu köyde... Bozok Platosunda yiğitliği, cömertliği, hanedanlığı ve açık sofrasıyla herkesin adamın hası diyerek saygı gösterdiği, bölgenin en hatırlı hörmetli ağaları Kel Zeynel’in Hamdi, Mılla Hasan, Nazar Bekdaş, Nuru Kâa, Eyip Kâanin Habil, Fortoo İsmail, Kor Eyip, Buçuh Sadıh, Nasif Kâanin Uşahları Gadir, Mahmıd, İzet, Kürt Ali, Gara Mısdafa, Guruh Memmed, Keş Ali, Gartal Hasan, Ösüre Durah, Pire Sadıh, Gasim Hocaalin uşahlar Uzun Memmed, Arap Mısdafa, Cırıh Atem, Celal, Gatil Ihsen, İmmedin Üsüyün, Mılla Mısdafanın uşahları Mısa-Abuzar Satılmış- Ali, Nurettin Hocaalin Mırat-Tahsin, Guccü Oğlan’ın Salif-Alabaş Muharrem-Hasan, Nailin Diren İbraam, Uyhulu Mahmıd, Şahalı Irızanın uşahları Ali-Yusuf-Nayım, Mucur Muharem, Galıç Ahmet ve Bıyıh Memmet Çavış hepside bu köylü.   Bişirdiği yenir, gonuşduğu dinnenir, çevresine çehresine görgü görenek öğreten Gara Esme, Çalık Gelin Fadime, Mılla Hasanın Sultan, Goca Tekmil, Dıydıllıh Seyfullaan Suna, Kôr Şemşi, Şapşap Alinin Etem Garı, Dımdım Satı, Gara Satı, Çil Seferin Gülhatın, Kôr Mısanın  Şaarzel, Gôo Döndü, Haşimin Gızı Yeter, Zale, Çahır Anşe, Gara Zeynep, Yoluh Elif, Fortoo İsmailin Şerif, Garabacah Emine, Soluhsuz Döndü, Deli Emine, Şerif Garı, Gadirin Satı, Mahmıdın Pempe, Gara Mısdafanın Sultan, Zarzar Pempe, İmmedin Üsüyünün Hamide, Mılla Mısdafanın Mısanın Şerif, Abuzarın Narin, Alinin Zöhre, Nurettin Hocanın Nazice, Gara Melek, Tahsinin Fatiş, Guccü Oğlanın Elif, Nailin Direnin Sadiul, Uyhulu Mahmıdın Zilfi, Şahalı Irızanın Şahinaz, Mucur Muharemin Havize ve Galıç Ahmedin Melek Bibide bu köylü. Çevre köylerdeki tüm hanımların imrenerek örnek aldığı bölgenin en otoriter hatınları tartışmasız onlardı.    Eli yüzü nurlu, bu onurlu hanımların elinden ekmek-aş, omaçlı, çalmalı, çokelikli, suvanlı dürüm yimiyen, su, çalhama, eşgi, içmiyen, hatır-hörmet gormiyen kimse yoktur. Onnarın gördüğü bosdanı, yuduğu assabı, evirdiği ekmâa, bukduğü mantıyı, gızartdığı siniyi-pahlavuyu, gaynatdığı bekmezi-çalmayı, bişirdiği pahlayı, çullamayı, bozaşı, bulamaşını, herleyi kimse yapamazdı. Bu hatınlar gonuşuncu herkes susar suküt kesilirdi. Çünkü Yozgat yöresinin en Osmanlı, en oturaklı, en ağır başlı, en böyük ve en saygın First Leydileri onlardı. Hem otoriter, hem nezaketliydiler. Yavrım, Guzum, Hanım-Hatın, Efendâa, Nazlıbâa diyerek konuşurlardı.   Yav onnarın sufraları da bişekilidi. Yürekten ikramlarındanmıdır, Efendâa-Nazlıbâa diyerek iltifatlı konuşmalarındanmıdır, hanelerinin eşsiz asaletindenmidir nedir, her bişirdikleri aş dadından yinmezdi. Düğünde-düzgünde, ziyarette, gezmede rastgelipte Kışlada sufraya otursanız, orda yidiğiniz yemâan dadı aklınızdan çıkmazdı. Yıllardır lezzet ve bereket denilince benimde aklıma hep Kışlanın gönlü yüce insanları gelir.   Düğünlerin, düzgünlerin yemeklerini genellikle Gadının Gelini Fadime, Üsülünün Pempe ve Nazifin Gûvaası Abbas Ağa yapardı. Yav onnar öyle bi yemek bişirirlerdi ki, alayıcıınızda barnaanızı yalar, elinizdeki şimşir gaşşıhları kemirirdiniz. Yav diyom ya bu koyün tüm nimetlerindeki dat , lezzet bambaşkaydı.    Bizim köydeki Gambır Köprü’de millet oturuken Gıllı Kerim Godek Hacı’ya şöyle diyodu; “Bu mıntıhaların en hanedan, en hatır-hörmet sâabı adamları herzaman Gışla’dan çıhar. Niyannı gidersen get Dıydıllıh Seyfullah’ın, Gara Veli’nin, Arif Usta, Kazim Çavış, Gara Haydar, Cafarın Adozel ve Kel Vaam’ın asaletleri gonuşulur. Culuh Seyidin Hacı, Şapşap Ali Çavış, Çil Sefer, Kôr Mısa ve Caddırı Hacıibraam’ın cömert ikramlarını, bereketli sofralarını bilmiyen yohdur. Ağasından paşasına, Sadâcısından deşiricisine kim olursa olsun bu asilzadelerin ekmâani yimiyen, misafiri olmıyan galmamıştır. Asalet denilince herkesin aklına bu gerçek ağalar gelir.” diyordu.    Yav bu köyün bağı, bahçesi, bosdanı, atı, iti, eşşâa bile farklıydı. Şimdi dünyanın neresinde olursa olsun bir metropol kente veya sıradan bir şehre girdiniz diyelim. Bilirsiniz ki, o şehrin adını ön plana çıkaran ve bölgesinde ünlendirip diğerlerinden özel kılan unsurları ya kalesi, ya kulesi, ya anıtsal bir yapısı, ya da köşkü-sarayı-gökdeleni, parkı-bahçesi vs. sembolleşmiş görselleridir. İşte Kerkenes Kışlası’nın da bölgede adını, ününü, namını, hanedan adamları, hörmetli hatınları, bereketli tarlaları, keklik burnu üzümleri, gafa gibi armıtları, bağı, bosdanı, kağnısı, ekini ve cömert sofralarıydı. Zaten aşı-ekmâa, iti, atı, inâa, danası, ekini-saçını, meyvası-zebzesi bölgede tekdi. Biraz sonra size Gışlanın namlı atlarından, heybetli tosunlarından, yavuz itlerinden, billur pınarlarından, can eksen can biter bosdanlarından ve görkemli Kerkenes Sıradağlarından bahsedeceğim.   O zamanlar televizyon, internet, cep telefonu vs gibi teknolojik kirlilikler olmadığından, herkesin sohbeti can cana ve yüzyüzeydi. İzinlerini ırgatlık zamanlarına ayarlayan göçmenler nedeniyle yaz aylarında köy kalabalık olur, herkes boş zamanlarında meydanda birikirdi. Çol-çocuk zaten bakkalın önünde oynar, koyun kuzu, inek dana, bahçe-bosdan, dağ-daş heryer bir acayip şenlenirdi.               Benim jenerasyonumdakiler Bakkalara tuken derdi. Yav eski zamanların köy tukenlerini ben size nasıl anlatayım. Zamanın ihtiyaçlarına binaen içinde nostaljik ürünler barındıran içleri naftalin kokulu, bu toprak yapılı birbirinden albenili tukenlerde neler yoktu ki.    Kürtlerin Satılmış’ın, Gara Hidayet’in, Durali’nin ve Deli Palta’nın tukenlerde tahta raflara dizili püsgut, lohum, sormuh şekeri, sadırazam, gırıh leplebi, lamba şişesi, gaya şekeri, eflatun gutulu 100 gr’lık çay pakitleri, don lasdiği, tığ, ören bayan yumahları, masıralar, bürükler, makarnamalar, vita yağ, sanayağ, sabah yağ, renkli renkli laylun avrat ayakkabıları, gıslavetler, soğukguyu ayaggabılar, horuzlu şekerler, mantar dabancası, Feza marka dabanca mantarı, lamba fitili, düğmeler, filtekeler, grempetler, gripinler vs. envayiçeşit öteberi satılırdı. Çocuklar hep bakkalların önünde oynar, hayran hayran içeriyi seyrederlerdi.   Gara Hidayetin hem bakkalı, hemde kahvehanesi vardı. Onun çayı ve muhabbeti bek tavatırdı. Ayrıca Hidayet Emmi bizim köylü Karaca’yla davul-zurna ekürüsüydü. Bölgenin tüm düğünlerini onlar çalar, davulunun üstünde de kırmızı bir dal üzerine yeşil yaprak resimleriyle çerçeveli “Hasret Kavuşturan” yazılıydı.               Bizim köylü Dağlı Satılmışın Üsüyün’ün düğünü olurken, Hosur Sülüman’ın havlıda bi “Gelin Ağladan” çaldı, vallahi biz guccücük çocuğuduh amma o zurnuya nası bi duygu, nası bi avazla çaldıysa bizde böyük adamlarınan, avratlarınan, delağanlılarınan oturduh, alayıcıımızda ağlaşdıh. Hidayet Emmi o ezginin sonunda zurnasını yana dutdu, bi eliyle gözlerini silerek, “Ulan nası türkü yahıyolar, bu türküler beni veram edecek, gahredecek anasını satıyım” diyodu. O da çalarken ağlıyomuş. Yoksa o duyguyu çocuğundan büyüğüne başka nasıl yansıyabilirdi ki..  Düşünün bu adam bir esnaf. Böyle duygu zengini bir adam herkesin fakir-fukara olduğu bu bölgede kâr, kazanç düşünürmü. Zaten parası olsun, olmasın, düğün-düzgün alışveriş herneyise ona işi düşen herkes kesinlikle mutlu dönerdi.       Dikkatimi çeken bir ticari ahlaktan daha bahsedeceğim sizlere. Mesela bazı günler atının terbiyesinden tutup, şinanayının şıngırtısı ile içinde rengarenk öteberi oyuncak, iğde, geçi boynuzu, sarı üzümler, işlengilik malzemeler ve türlü aksesuarlarla dolu üstü örtük, at arabalarıyla Çerçiciler gelirdi. Köyün uygun bir meydanına durur, atının boynuna saman torbasını takar, oraya bir çul serip tezgah açardı ki, köyde çol, çocuk, yaşlı, genç, kadın, erkek kim varsa mahşeri bir kalabalıkla anında başına birikirdi.   Şarmatlılı Çerçi Topal Ese, getirdiği öteberileri ortalığa serdiği Gôo bi melefenin üsdüne öyle bi düzerdiki ahlınız çıhardı. Kimi laylun boduç, kimi zehen, kimi humayın, kimi pazen, basma, kimi işlengilik malzeme, tığ, orlun, kimi el ilağni, ırbıh, guşşene, ilağançe, kimi geçi buynuzu, gırıh leplebi, ığde, püsguut, kimi laylun ayaggabı, kimi soğugguyu ayaggabı, mes, goyun tıhırdâa,allı-gullü bürük, cilat, baş kili, soda, tursil gibi envayiçeşit öteberi alırlardı. Nakit para pek olmadığından takas usulü alışverişler yapılır, zenginler uruplâa-çinik ve Gazzâa tenekesiyle buğday getirir, fıhareler ise goyun yünü, gaysi çiğidi, çorap esgisi, alemiyon esgisi vs. gibi öteberiler vererek birşeyler alırlardı.                Hepsi naylondan olmasına rağmen, o oyuncahlar hayallerimizin süsü, ruhumuzun özlemiydi. Laylun tahsi, tekerli horuz, vagınatlı motur, dingilli gamıyon; gız uşahlarına bebekler, serum lastiğinden sapbanlar, mantar dabancaları, laylun düdükler Allahım Yarabbim…                Çocuklar tukenlere ve çerçicilere verip öte-bete alabilmek için yazıyı yabanı gezer, çalıya, çırpıya dahılmış koyun yünleri toplardı. Arada sâabından uğrunnadıp teklettikleri goyunların sırtından yün yolarlardı. Çerçiciler, bir hanede ya da köy odalarında misafir olup kalmazsa, akşam karanlığı basmadan tezgahını toplar, süslü atının yularından tutup, tüm çocukların hayallerinide de peşine takarak aşar giderdi kızıl ufuklu tepelerden…               Işıl ışıl, binbir çeşit eşya satan dükkanlar, aradığın herşeyin bulunduğu gros marketler, uçsuz bucaksız AVM’ler, şaşırtıcı çılgınlıkta teknolojik oyun ve oyuncaklar, eğlencenin her türüyle dolu oyuncakistanlar ne olursa olsun, kim ne satarsa satsın, ne faaliyet yaparlarsa yapsınlar, ne yenilik getirirlerse getirsinler hiç biride o at arabalı çerçicilerden alınan yarım avuç gırıh leblebinin-iğdenin-geçi boynuzunun-sormuh şekerinin, laylun bebeğin, plastik topun, tekerli horuzun verdiği mutluluğun zerresine ulaşamaz. Şimdi anlıyorum ki o çerçiciler her gittiği yere at arabası dolusu mutluluklar götürürlermiş.               İlginç bir şey daha söyleyeceğim. O zamanki çerçiciler, köydeki bakkallarla hemen hemen aynı ürünleri satmasına rağmen, hiçbiride çerçicilerin gelmesine itiraz etmez, “Herkes nasibini yer.” diyerek Ahilik erdeminde, bir tevazu ve hoşgörü gösterirdi. Şimdi bir işletmenin önüne garip bir işportacı gelse nerdeyse cinayetle sonuçlanan kavga ortamları oluşuyor.             Tabiiki aralarında bazı yamuk-yumuk  paragözler çıkardı ama, Sorgun ve köylerinin tüm bakkalları, kahvehaneleri, demircisi, nalbantı, değirmeni, çerçicisi, bohçacısı, zebzecisi genellikle Yesevi çizgisindeki Türk asaleti ve Ahilik kültüründen beslenmiş engin gönüllü esnaflardı. Birden çok bakkal, kahvehane ve farklı dükkanlar olmasına rağmen aralarında hırs ve rekabetin olmadığı mükemmel bir iletişim olurdu.                Şimdilerde aynı edep ve erkanla Ahilik kültürünü en iyi uygulayan gözü gönlü tok esnaflardan Bodrum’da otel işleten Kazım ARSLAN ve Doğan ARSLAN, Ankara’da pastane işleten Okan DOĞAN, fotokopi-faks aksesuarları dükkanı olan Onur Eray ARIKAN, Mavi Otogazın sahibi Tuncay KARAKOCA, oto lastik işletmecisi Ercan BOZKURT, Koçerler Marketin sahibi Hasan KOÇER, spor malzemeleri üreten Utku YILMAZ, peyzaj ürünleri tasarlayan Utku ARSLAN, iş makinaları işletmecisi Vedat ARLIER, Yurtiçi Kargo Acentası olan Sevim DOĞAN, Ostimde inşaat malzemeleri üreten Gökhan DOĞAN, Akdeniz’de restorant işleten Volkan KOÇER, oto tamirinde ustaların ustası olarak bilinen Hüseyin KOÇER, demir perforje işleri yapan Metin KOÇER, tur işletmeciliği yapan Veli ÖZDEMİR, ilaç firması sahibi Hüseyin Şahin DOKUYUCU ve Pet-Shop ürünleri firması sahibi Kemal ve Hüseyin KOÇER kardeşler Türkiye’de dürüst ticaretin sembolleşmiş abidevi şahsiyetleri olarak biliniyorlar ve Yozgatlı kimliğimize heryerde saygınlık kazandırıyorlar.               Bir zamanlar Kışla’nın bazı evlerinde Anadut, yaba, dırmıh, geçgere, dirgen, pulluh, gasnah, külek vs.gibi ufah-defek şeyler yapan usta adamların dükkanı andırır mini atölyeleri vardı. Zor ırgatlık günlerinde geçgeresi gırılan, anadudu sapan, düveninin dişi atan, gözeri gasnağı sökülen, sal gurduran, çeten çattıran, bel gulâa yapdıran, bulgur çekme, duz uğutme daşı dişeten, pıçah nantısı dahdıran bi gağnı adam Aslanın Arif ve Kürtlerin Şükrü’nün başına birikir, sohbet ederlerdi. Yav Aslanın Arif ve Kürtlerin Şükrü öyle bi gağnı, at arabası yapar, öyle bi sal ve çeten gurardı ki, diliniz damağnız apışırdı.   Kerkenes Kışlasındaki herkes hanedan, hoş sohbet, mukallit, samimi muhabbetli ve candandı. Evlerine bi gitseydinizde görseydiniz. Sadâacısından Valisine, Bohçacısından Kaymakamına, Deşiricisinden Vekiline, Cinganından Tahsildarına, Hocasından Hacına, Dedesinden Zakirine, Öğretmeninden Bürokratına, makam, mevkii, statü, unvan, itibar ayırt etmeden, herkesi Tanrı misafiri der baştacı olarak ağırlar, kimseyi ekmeksiz-aşsız guvermezlerdi. Yani Gışlalıların ekmâani yimiyen, hatırını, hörmetini görmeyen bir kişi kalmışmıdır merak ediyorum.   Onların sitili, helkesi, teşti, ilâani hep galeyli olurdu. Çayı, çay tabağı, mavi çinko çaydanlıhları, isli gazanları, kirpikli zehenleri, pahır ilâançeleri, alemiyon meşirefleri, gül gibi bekmezleri, goruhlu eşgileri, köpüklü çalhamaları, petek gibi yuha ekmekleri, altın yaldızlı gadeleri, Erzurum gaya şekerleri ve hepsinden önemlisi eşsiz güleryüzleri ve emsalsiz cömertlikleri yediğiniz, içtiğiniz herşeyin lezzetine bir lezzet daha katardı.   Rahmetlik Babam derdi ki; “Yav Kur’an-ı Kerim’in emrettiği doğruluk, dürüstlük, insana saygı, doğaya sevgi, canlılara şefkat-merhamet, her alanda cömertlik, temizlik, ilgi, bilgi, hörmet gibi saymakla bitmez tüm erdemlerin tamamı Kışlalılarda var. Çevrenin-çehrenin en bilgili en görgülü adamları onlar. Bunların adamları kasketli filozof, hanımları bürüklü profesör, hepsi birbirinden alim, birbirinden bilge. Yav bunlar ne güzel, ne mübarek, ne asil adamlar.” Der, Kışla’dan bir misafiri gelince sevincinden uçardı. Kışlalılar hayvanlarını bile çocukları gibi severlerdi. Ekin, çayır, ot falan biçerlerken denk geldikleri kuş yuvalarının etrafını olduğu gibi bırakırlardı. Peygamber Efendimizin tarif ettiği merhametlerin en yücesi onlardaydı. Kilometrelerce uzak olmasına rağmen çevre köylerden Kerkenes Dağı’na av için gelen merhametsiz katiller, keklik, tilki, tavşan, kurt ve av kuşları vurabilmek için karış karış ve belalı belalı Kerkenes’i gezer, ama günahı ve vijdanı en iyi bilen Kışlalılardan bir kişi bile ava çıkmaz, öldüreni, öldürmeyi asla kabul etmezlerdi. Şimdi doğa sevgisinden, hayvan haklarından, insani erdemlerden bahseden yüzlerce çevre kuruluşu, doğa koruma dernekleri, samimiyetsiz hayvanseverler gibi hiçbir koruma, kollama ve aydınlatma yapamayan onlarca zoddirik dernek, yüreğinde en içten sevgi ve merhametleri besleyen Kışlalılara gurban olsunlar. Kışlalıların yüreğinden Tuna Nehri gibi merhamet akar, tüm yaratıkları Yaradandan ötürü gönülden severlerdi. Bu asaleti ve fazileti hâlâ sadakatle sürdürüyor, cennet köylerinin itibarını yine her alanda liyakatla yüceltiyorlar.  Farkındamısınız insani özellikler eğitimle değil, aile edebi ve asaletiyle şekilleniyor. Hiçbir eğitim kurumu, hiçbir akademisyen insana edep, ahlak, vijdan, merhamet aşılayamaz. Bu erdemlerin kaynağı kesinle ve kesinlikle aile asaletinden gelir. Bakın ben size yıllar önce Rahmetlik Babamın büyük bir hayranlıkla Kışlalıların evrensel duygularından, insani erdemlerinden, merhametli yüreklerinden ve tevazu dolu gönüllerinden bahsettiğini anlatıyorum. Uygar Dünya hedefinde aradan bunca zaman geçmesine, bunca eğitim materyali, bunca kitle iletişim aygıtı, bunca koruma kollama derneklerine rağmen, her kanalda, her mekanda şefkatten, merhametten dem vuran, vaaz veren din adamı, ulema, akademisyen falan-filan dambalaklar, her saat günahtan, sevaptan, ayıptan, helaldan, haramdan, anlatıp durdukları halde avcılık yinede çığ gibi büyüyor. Hatta bu samimiyetsiz tiplerin birçoğu avcı.  Helede dini ve vijdani duygularını iletişimlerinde bile alenileştirip belirginleştiren ünvanlı  sahtekarlarında aralarında olduğu, avcı denen hasta ruhlular yanlarında 15’er kğ’luk birer metre tazılarıyla, 50 metreden kokuyu alıp, kekliğin, davşanın adresini Navigasyon gibi gösteren Gopeylerle yine terör estiriyor, katliam belgeselleri çekiyorlar. Cennet Kerkenes Dağlarında da 50 gram eti için, yavrularına bile acımadan her kuşa, her canlıya vijdanı titremeden kurşun sıkabilecek yaratıkların dolaştığını duyunca kahroluyoruz. İşte Karakocaoğlu Kışlasında tarihten beri bir tane bile hasta ruhlu avcı çıkmadığı bilinir. Bilmem bu köyün insan kalitesi ve has karakterlerini size daha nasıl tarif edebilirim. Neyse biz bu gönül insanlarını anlatmaya devam edelim.  Dağda-tepede, ovada, arazide bir kışlalı rençbere, bir çobana, bir köylüye denk gelseniz bir akademisyenle, bir profesörle karşılaşmışınız gibi bilge ve gönülden konuşur, orda bile cömert gönlüyle sizinle azığını paylaşırdı. Bizim köylü Yâabın Osman diyordu ki; “Gışlanın çobanları bile birer öğretmen, malı-melalıysa talebe gibi duruyo.” Diyodu.    Gerçekten çobanı, çelteği, çonası bile bir ayrı efsaneydi. Köyün davarını Kurtlerin Satılmış, Gara Haydar, Ösüre Durağan Servet, Sadığın Kemal, sığırınıda Keloğlan Üsüyün, Uyhulu Mahmıd, Memik ve Memmed Çavışın Habip (Şafak) güderdi. Dünya iyisi bu güzel insanlar hayvanları çocuk sever gibi severlerdi.             Kerkenes Kışlasından Sorgun’a hergün münübüs giderdi. İdirizlili Alirıza’nın ve Gara Hasan’ın vesaitlerine binenler, çuvallar dolusu öteberilerini yüklerdi. O zamanlar ev horantaları çok kalabalık olduğundan alınan nevaleler kilo ile değil batmanlarla ölçülerek satılırdı. Yav o vesaitlere neler yüklenmezdi ki; Tehlizlerle gırma mal yemleri, böyük tüpler, gurbe laylunları, zavarlar, toğomluh zahireler, daş duzlar, canlı canlı geçi, goyun, tavıh, culuh, bodu, şibi, it, çanak-çömlek-kulek-helke-teşt-ilağen-ırbıh-sitil-dirgen-yaba-pahla-pancar daha neler neler... Hem ağır, hem orantısız, hem çok yer kaplayan, hemde zahmeti-külfeti olan bu yüklere hiçbir vesait saabı itiraz etmez, “N’oörsün malın-melalın, horantanın ehdiyacı, mecbur gotüreciik” diyerek saygıyla karşılardı. Yolcuların hepside zaten anlayış gösterirdi. Her münübüsün, moturun, vagınatın içinde geçi-goyun melemeleri, it hırlamaları, bodu-culuh-şibi çığlıhları, gırılmasın diye boyunlarında lamba şişesi asılı adamlar, çocuh ağlamaları daha onlarca trajı komik durumlar yaşanırdı. Ne günlerdi be.., Şimdi yüzlerce beygir gücünde tekerleri ömürlük sağlam pahabiçilmez arabalara, elinizde bir kğ’lık bir nesne bile olsa binemezsiniz, 10 gr’lık bir sipariş gönderemezsiniz.   Apığın moturda her Perşembe Sorgun’a mal-davar götürür, un uğüdenler, düğün-düzgün gayiti gören, batmanlarla yün alan-satan, zavar uğuden, epiy öteberi alan gonşular vagınata doluşur gidip, gelirlerdi. Bu köyde görev yapan kamu görevlileri sınırsız bir saygı ve itibar görürdü. Eğitmenler Ali Arlıer ve Nurettin Koçer, Öğretmenler Mıhdat Hoca, Alcılı Halil İbrahim Hoca, İdirislili Mehmet Doğan Hoca, Eskişehirli Abdullah Hoca ve Kayhan BİLGİNÇ Hoca hepside yetiştirdikleri öğrencileriyle gönüllerde iz bırakan ölümsüz değerler. Yozgat tarihinde ilk kadın muhtar Pempe Candaş ablamızdır. Kışla için yumruğunu masaya vurdunmuydu köye hizmet akardı. Eskiden muhtarlara Kâyâ denilirdi. Nasıf Kâa, İzet Kâa, Satılmış Kâa, Cemal Kâa, İsmail Kâa ve Durak Kâa bölgede en sözü geçen efsanelerdi.             Bozok Platosunda en çalışkan ve en saygıdeğer muhtarlar hâlâ bu köyden çıkar. Saygı ve nezaket abidesi kimlikleriyle diplomasi dilini en iyi bilen ve her kurumda kabul gören Yusuf Candaş, Hasan Arlı, Abdullah Koçer, Gazi Bozkurt, Özdemir Candaş, Kemal Aras, Hüseyin Arslan, Cabir Şahin, Musa ARLI, Gazi ARLIER, Abdurrahman Koçer ve Haydar Koçer, herkese örnek hizmetleriyle hem köylerini hemde çevrelerini güzelleştiren, emek ve eser sahibi değerler. Hepside Kışla için canla başla çalıştılar ve hâlâ çalışıyorlar.             Zaten Sorgun’da Haydar KOÇER’e Muhtarların Kralı deniliyor. Bu güzel insan Dünyanın en misafirperver, en hoş sohbet ve en derya gönüllü insanı. Başarılı, üretken ve vizyoner projeleri var. Herkes onu yardımseverliği, cömertliği, samimi üslubu ve babacan yüreğiyle tanıyor. Köyünün muhtarlığını yaparken, halkını ilgilendiren bürokratik gelişmeleri, Resmi mevzuatları, sağlık, ulaşım, sosyal güvence ve zirai takvimleri iyi takip ediyor, detaylı bilgilendirme yapıyor, hem köyünü-köylüsünü, hemde çevresini çok nitelikli aydınlatıyor. Hizmet ve projeleri Sorgun ve çevre ilçelerin tüm muhtarları, belde belediye başkanları ve hatta bazı illerin yerel yöneticileri tarafından örnek alınıp, örnek gösteriliyor. Haydar KOÇER’in kendi gibi asalet sahibi, misafirperver, hatır-hörmet-izzet-ikram sahibi hanımı Sultan KOÇER ise tam bir asalet abidesi. Ankara’da olduğu gibi köyünde de gelen giden her misafire üşenmeden sofra kuruyor, erdem ve asaletiyle köyünü-köylüsünü yücelterek ağırlıyor, uğurluyor.               Tarihçi Yazar ve Görsel Tasarım Sanatçısı Funda GÖKÇEN Hoca diyor ki; “Karakocaoğlu Kışlası Bahar Şenliği ziyaretimde oturdum ve saatlerce Sultan KOÇER ablamızı izledim. Misafirin biri geliyor, biri gidiyor. Hiçbir misafiri yemeksiz, çaysız, ikramsız göndermiyor. Abartısız söylüyorum on kez yemek sofrası kurdu. Biz dahil on kişiyi aşkın yatılı misafiri vardı. Tuz diyorlar o koşuyor, su diyorlar o koşuyor, tabak, çatal, bıçak,peçete, bardak diyorlar kirmen gibi dönüyor. Hepsinden önemlisi yüzünde bir zerre bıkkınlık, yorgunluk, asıklık yok. Hep Güleryüz, hep izzet, hep ikram. Böyle bir asaleti kim tarif edebilir ki ben tarif edeyim.” Diyor. Yıllar önce Avrupa’ya göçmelerine rağmen gönül bağlarını hiçbir zaman koparmayan, köyünden, köylüsünden, hemşehrilerinden yardımlarını esirgemeyen çok cömert Kışlalılar var. İsmet Arlıer, Reis Aras, Ali Aras, Ali Doğan, Sami Bozkurt, Çelebi Bektaş, Ali Arlıer, Gürsel Arlıer, Nuri Aras, Niyaz Karakoca, Veysel Özdemir, Abidin Özdemir, Burak Candaş, Ali Şaşmaz, Cihan Arlıer, Özgür Arlıer ve Aydın Arlıer içlerindeki memleket sevdası, cömert gönülleri ve saygın karakterleriyle hem Kerkenes Kışlasını, hem de ülkemizi yurt dışında liyakatla temsil ediyorlar.     Milli ve dini günler çok coşkuluydu. Yav helede şu Ramazan günlerini ben size nasıl anlatayım. Bu mübarek günlerin neşesi ve paylaşımı mükemmel ötesiydi. Herkes pişirdiği yemeği komşusuyla paylaşır, birbirlerini sofrasına davet ederdi. Akşamları eşgilenen hamırlar sahur vakti tandır evlerinde saca döşenir, öyle bazlamalar, öyle çörekler edilirdi ki; birde duzlu tereyağyınan yağlanınca ey gurbannar olduğum… Zaten yanında gaysi, erik, armut, elma hoşafları olur, şimşir gaşşıhlarınan da tumdunnuydu vay anam vay.. Zöhürde tenekeyi Topal Oğlan Muharrem Kâa çalardı. Geceyi delen teneke sesine it ürmeleri, eşşek anırmaları, inek hoörmeleri, at kişnemeleri ve horuz ötüşleri de karışınca Kerkenes Kışlası adeta düğün yerine dönerdi. Ula gurbanınızım hele şu dillere destan düğünlerimiz… Bizim oraların düğünleri sadece düğün evine değil, tüm çevre köylere mutluluk saçardı. Abbas Dayı elinde hâbeyinen okuntu dağıtmaya başlayınca, anlaşılırdı ki çok yakında bir düğün olacak.             Ohuntu dağıtma ve Hâbe Dönderme ritüeli herkesin anlayış ve saygı gösterebileceği bir incelik isterdi. Ayrıntılarına gelince; konu-komşu, eş-dost, uzak-yakın akrabalar, köy büyükleri, resmi görevliler hepsinede ölçüt, statü ve kriterlerine göre hediyeleri ayarlanır, layık görülen hediyeler, muhtemel bir kınama yada olumsuz eleştiri almasın diye hassasiyet gösterilirdi. Okuntu dağıtımından gün almaya, kesim kesmeden gayit görmeye, bayrak galdırmadan düğün ekmâane varana gadar tüm kategoriler bu stratejileri en iyi bilen akil böyüklere danışılarak belirlenirdi.             Hâbe Dönderme hedâayeleri genellikle gahama, hısıma, öre-koke bodu-culuh; ebil-gobul olunan sınarlara şibi, tavıh; gonu-gonşu-ehbap-erkana bi galıp sabınnan, 1 metiro çit olarak tespit edilirdi. Ona-buna ve ötâalerinede bi goşam gabıhlı fısdıh, sormuh şekeri, gırıh leplebi, sarı üzüm, gara üzüm, gınalı şeker vs. gibi gibi öteberilerden teşkil kuruyemiş karışımı, Ohuntu adında verilir düğün daveti gerçekleştirilirdi.              Okuntu merasiminde küs olsun barışık olsun kimse unutulmazdı. Adı okunan herkes, “Allah hayırleylesin” der, bir sürü geleni gideni olacah düşüncesiyle düğün günlerine rastlayan tüm ağartı ve sağanlarını düğün evine iletirdi. Herkes ama herkes düğün sahiplerine moral vermek için “Allah gınıyanın başına versin yavrım, düğünün gusuru çoh olur, gormiyecaaniz, duymıyacaaniz” diye bugün bile en eğitimli insanın gösteremeyeceği erdem ve tevazuyu gösterirdi.             Eskiden köy yerleri çok asaletli insanlarla doluydu. Düğünlerde, düzgünlerde kaba-saba, anlayışsız, hoşgörüsüz bir kişi bile çıkmazdı. Çıksa bile herkes tarafından kınanır, ayıplanır, anında dışlanırdı. Herkes evlilik müessesesinin kutsiyetini bildiği için sonsuz ve sınırsız bir saygıya bürünür, gelin, damat ve düğün sahiplerine gönülden en samimi dualarını yöneltirdi. İşte bu yüzdendir ki, köy evlilikleri bir yastıkta kocar, bir yastıkta ölür, sadakatli törelerle süslü kutsal güzelliklerle dolar ve temelleri hep sağlam olurdu. Ula bek zorlu haley çeken adamlar vardı. Yav o düğünlerden birine denk gelseydinizde  Seyidağanın İsmet’in, Üsüyün Ağanın Gamber’in, İsmail Kâanin Günaydın, Üsüyünün Ihsen, Yusufun Hasan, Gara Şekirin Turgay, Satılmış Kâanin Mısdafa ve Esat’ın bi haleylerini görseydiniz ağzınız açıh izlerdiniz. Yusufun Hasan, Çahıcı Irıza ve Üsüyünün Ihsen hem iyi haley çeker, hemde muazzam türkü çığırırlardı. Kadınlardan da düğün geleneklerini en iyi Hürünün Gelini Fadime ve Haydar Hocanın Gızı Gülhatın bilir, haley ve türküleriyle orayı şenlendirirdi. Gurbanınız oluyum bu köyün malı-melalı, atı-eşşâa, iti-kedisi bile bile ayrıhsıydı. Mesela Habil Dayının bi eşşâa vardı ki bildiğin zehir.. Habil Dayı milletin gözü değer diye o eşşaa dışarı bile çıkartmazdı. Bek tavatır, bek zorluydu. O eşşek bi anırdınnıydı koyü zingirdedir, yanındaki yakınındaki tüm adamları apırcın eder gôodelerini titiredirdi. Mübarek anırırken hani o ara Es’lerdeki hıçkırıkları var ya, hah o Es’ler aynı kağnı gıcılaması gibiydi. Hele birde keyfi yerindeyken anırsın, o efsane sesinin gürlüğü tâa Alcı’dan, Şarmatlı’dan, Sarâacılı’dan, Goyunculu’dan duyulurdu ki; onu duyan herkes “Bu eşşek ya Habil Kâa’nin ya da Nurettin Hoca’nın” diyerek gıyaben adını-ününü bilirdi. Hatta Sorgun’dan Sarıkaya’ya, Yozgat’tan Şefaatli’ye kadar bu eşşâan namını, sıtarasını bilmiyen yoktu. Havluda-hayatta, bağda-bosdanda o eşşek anırmıya başlayıncı Habil Dayının Hanımı; “Cehennemin dibiiii, babanın bekini yiyesice donuz şikirsiz kâfir, ne anırıyon“ diyi ha bire kızardı.             Nurettin Hocanın Eşşekte bek zorluydu. O’da muazzam anırırdı. Anırmıya bi başlasın isdersen gafasına, gulağana, burnuna, avurduna 70-80 diynek döşe gine susduramazdın. Hıçkıra hıçkıra bi anırır, Haydn’ın, Mozart’ın, Beethoven’in, Chopin’in, Vivaldi’nin Sol Majör  Konçertoları gibi ritmik olarak yavaşlar, yavaşlar gür bir şekilde tekrar sesini en yüksek perdeden yükselterek bi daha anırırdı. Eğer o eşşek kapalı bir yerde ya da ahırın içindeyken anırsın, meydanı mala-davara, goyuna, guzuya, tavâa cücâa dar eder, alayıcıınıda cin pıtırah ederdi. Yav öyle bi ses, öyle bi desibel olamaz, mübarek gemi gornası gibiydi. Süsdürmek için on ton zopa çek, anırmasını gine kesemezdiniz.                 Nurettin Hoca’nın Eşşâa bi de şöyle annadıyım. Hani İngiltere Kraliyet Sarayındaki törenlerde binilen gamıyon böyüklüğündeki Gadana Atları var ya, hah işte o Gadanalar o eşşâen yanına sıpa gibi kalırdı. Heybeti, azameti öyle bi ürkünçtü ki, onun geçtiği gıyıdan-gırandan millet gaçışır, avrat-uşah, çol-çocuh apırcın olur, telaşeynen sağa sola ılgayıp yol açarlardı ki bizi depeliyecek diyi.             Bu cins eşşeklere yörede “Gırbız Eşşâa” denirdi. Aslında 2,5 metrelik bu devasa hayvanlar diğerlerinden çoh daha heybetliydi ama Kıbrıs türü bu eşeklere uzun bacakları, azman yapıları ve sivri sırtları nedeniyle zor binilir, zor zapdedilir, birde semer ne vurursanız apartumana çıhmış gibi ürkek olurdunuz. Bunlara elleşerek seklem atmak da imkansızdı. Birde hem galp, hemide bek inatlardı. İlk bindiğinizde çoğu gotatar, depenizin üsdüne düşürürdü. Yani bekde midane edilen türlerden dealdi, en iyisi gine bizim oranın eşşekleri, gurban oluyum bizim oranın eşşeklerine..   İşte Habil Dayının eşşekde Gırbız türüydü. Çoh çılgın, çoh deli, zıpkın gibi bi azmandı. Semeri vuruncu bildiğin gökdelen gibi azmanlaşırdı. Habil Dayı o eşşâa nası biniyosa, geçtiği yerleri titiredir, zingirdedirdi. Eğer milletin üstüne sürsün dinime imanıma o eşşek gözünü bile kırpmadan adamı depeler ezip geçerdi. Zaten yolda-belde millet Habil Kâanin eşşek geliyor diyinci apar-topar evlerine gaçışır, şahır şahır gapıyı-peceyi kitlerdi. Gasim Hocaalinen Nasıf Kâalinde muazzam oküzleri vardı. Bek muazzam harman kaldırırlar, onların oküzleri bi moturun çektiği yük gadar sap çeker, babayiğitlikleriyle görene Maaşallah dedirtirdi.              Hamdi Kâanin Gağnı ise siren sesi gibi gıcılardı. Mazılarına Zabınnasına doldurduğu soba kurumundan, acıyağdan ve vıhramış yoğurttan sürdünnüydü o gıcılamanın sesi tâa Kohne’den duyulurdu. Hatta Osmanpaşa Tekkesinde bi adam gulâanı vermiş ve dimiş ki; “Durunhele uşah dinime imanıma bu Gışlalı Hamdi Kâa’nin gağnı, aynı cangurtaran sireni gibi yanıh yanıh gıcılıyo” dimiş.             Hamdi Kâa’nin sala yüklediği sapa Anadut yetişmezdi. Tabiiki bu gadar yük oluncu sık sıkta ya tekerin çemberi atar, ya kopü gırılır, ya zelvebağları çıhar türlü türlü arızalar verirdi. Ginede mübareğin eli bek uz, işi bek tavatır olurdu. Nasifgilin Şafağan oküzlere gelince… İddia ediyom onlar Amerikan Buffalolarından daha guvvatlıydı. Onların kağnıya yüklenen sapı, samanı, seklemleri şimdinin moturu, makineleri, gamıyonları bile çekemezdi. Bek temiz iş görürlerdi.   Nurettin Hocanın Mırat, Nasifgilin Gadir, Kürtlerin Elvan, Çil Sefer ve Cemalın Durağan’da goşutları vardı amma gağnı sağlammı, at arabası tekmilmi, tekeri, çemberi, oku, terbiyesi, yan gayışları, hamıtları, şinayları, makası, marhası ayarlımı; boyunduruğu, zelvesi, mesesi düzgünmü, sal genişliği nasıl, çeten çapmı, hezenler orantılı heç bahmazlardı.             Kerkenes Kışlasının dağı bayırı, yazısı-yabanı yakut gibi yemyeşildi. Aşşâa yeliynen efil efil uğurlenen nimetlerle dolu bereketli tarlalara herkes dua ve şükürle yaklaşır, kazançlarını gariple, gurebayla çok kanaatkar paylaşırlardı. Buranın ekini, üzümü, armıdı, gaysisi bek tavatır olurdu. Keloğlan Üsüyün, Gasim Hocanın Abbas, Tozlu Muharrem ve Çolağan Durağan bağ ve ekin bekçilikleri döneminde hadi erkâaseniz tarlıya-tapana bi mal-melal ılgadın. Bırakın mal melal ılgatmayı, garga olsanız gonamazdınız. Okullarda o zamanlar Yerli Malı Haftası, Bahar Bayramı, Gezi Kolu, Sosyal Etkinlikler gibi öğrenci organizasyonlarında ortak sahalarda okul buluşmaları olur, spor oyunları ve yemek ikramları olurdu. Karakocaoğlu Kışlası Köyü ve Alcı Köyü İlkokulları olarak Dıraz Yerinde buluştuk, yemeklerimizi paylaştık, spor müsabakaları yaptık, hediyeler alıp verdik ayrıldık. Bizim koyün uşâa tavatır futbol oynar, Gışla’nın uşâa ise bek tavatır guleşirdi. Bizde bohluhda-kullükte çoh guleşdik amma Gışla’nın uşâa boynumuzun kütüğünden dutuyo, depemizin üsdüne koteliyolardı. Alayıcıımızıda enilediler. Zatin çevrenin en namlı güreşçilerinden Ihsen Pehlivanda bu köylü. Onun sırtını yere getiren bir babayiğit daha çıkmamış. Gaç gişinin hotunu, gıçını, eyâasini gırmış, belini bıhınını sapıtmış.             Kışlanın adamı çevrede hoş sohbet, hatırnaz, şakacı, birbirlerine karşı latif, çok arif ve anlayışlıydı. Bu datlı adamlarda dayanışma, yardımlaşma, hatır, hörmet ganidir. Mizahi espri ve enstantene standartlarının kalitesine kimse erişemezdi. Fıkralara taş çıkartan enstantenelerini bi duysanız, helede Efsane Başkan Refik ARAS’ın şakaları ve hatıralarını bi dinleseniz gülmekten ölürsünüz.             Biz yine eski Kışla’dan anlatmaya devam edelim. Bizim köylü Tostul Şekire’nin Gişisi Hacı Kâa, Cemalın Durah’dan bi goç almış. Eskiden Sorgun’da Ahilik çizgisinde çok kaliteli esnaflar vardı diyoruz ama, fırsatçı, tefeci ve gazıhçı olan imansızlarda unutmamak lazım. Adam düğün yapacak, altın alacak, kayıt görecek, derbederin elinde avucunda bişey yoh. Norecek 5 katınada bulsa bu tefecilerin haraççıların eline düşecek. Birgün Sorgun’lu gazıhcı sarraflardan biri, gine gendi gibi gazıhcı pırtıcı ve toptancının biriyle güze veresiye verdikleri alacahlarını almak için Alcı’ya gelmişler. O zamanlar biçareler tüm hortantasıynan yazıda-yabanda ırgatlıh işler, çalışır, didinir, gazanır alayıcıınıda bu tefeci esnaflara öder ginede borçlu galırlardı. El-alemin içinde düğün-düzgün çaresizliğiyle bînaçar aldıkları borç öteberiler dirliklerini tiken ederdi. O gün bu fırsatçı ve alacahlı tefeciler tahsil için gelmiş, milleti sıhışdırırken, Camalın Durağan Goçda arhadan gelip o sarrafı nası kaharsa 2 dene eyâasi birden gırılmış. Soluğu sapmış, hotu çıhmış. İki saat gotünü dutmuşlar gine gendine gelememiş.           Yav şu Malaklı ve Kangal Köpeklerinin adı çıkmış. Siz Nurettin Hocanın Abdurrahman’ın, Gasim Hocâalin Memmed’in, Mısdığın ve Güccoğlanın Hasan’ın itlerini gördünüzmüde Malaklı, Kangal deyip gonuşuyonuz. Yazıda, yabanda başga koyün tortlu tortlu davar itleri bunlara ikişer, üçer birden ılgar, guyruğunu gısdırıp gaçarlardı. Adını, cinsini, huyunu duyan herkesin hayran olup imrendiği bu itlerin ünü bırakın Kışla’yı, nerdeyse Sorgun’u bile aştıydı. Kerkenes’in öteyüzündeki köylerden bile müşteriler gelir, kimi 3 davar veriyim, kimi dana veriyim, kimi para veriyim der o itleri alamazlardı. Helede Pempenin Çolah Ortadoğu’nun en namlı itiydi. Eşşek gadar cenevarı yıhıp haşat etmiş derlerdi. Gasim Hocaalın, Nasıfgilin itleride bek guvvatlıydı. Onların itlerin cinsi neyise boğuşa ılgarken ötâa itleri ipdi döşüynen yıhar öyle öyle tumarlardı. Kotü itleri ağızlarında sallar sallar galdırır kotelerlerdi. Güccüoğlanın Hasanın da Çağ Guyruh diyi bi iti vardı, gamıyon gadarıda amma ne davara gider, ne yerinden gahar, ne de gelen gidene bi vaf derdi. Boşa yal yiyen galp bi itidi.             Kurtlerin Satılmış’ın ite gelince, onun ünü Bozok Platosu’nu bile aştıydı. Sahibine sadakati, sürüde üstlendiği görev, evde-harmanda-yazıda-yabanda pür dikkat titiz hassasiyeti, verilen yumuşlara riayeti, çevikliği, ataklığı, hersi ve akılalmaz yetenekleriyle tek başına bir ordu gibiydi. Bu sadakat abidesi efsane ite saabolmah için çevre köylerden onlarca talip uçuk tekliflerle Satılmış Kâanin gapısını aşındırırdı. Kimi goç veriyim, kimi tosun veriyim, kimi tarla veriyim der alamaz, hepsininde eli boş dönerdi. Çünkü Satılmış Kâa “Ben bu iti dünyalara değişmem, o benim en sadık dostum.” derdi. Hatta 3 pıçah çeken bi  motur veriyim demişler vermemiş o iti. Kürtlerin Satılmışın güttüğü goyun, geçi, şişek, tohlu dana gibi olurdu. Adeta bir veteriner gadar bilgiliydi. Onun üzerine çoban, onun üzerine baytar yeryüzünde görülmemiştir.  Köye ilk moturu İsmet ARLIER, Gazi ARLIER ve Abdullah KOÇER getirdi. Ortak olarak aldıkları 65’lik Mesaris tam bir efsaneydi. Daha sonra Kemal Ağanın Durah bi Türk Fiyat aldı. Motur saapları milleti vagınatlarına bindirir Sorgun’a Perşembiye götürür getirirlerdi. Bu köyde hiç dağermen olmadı. Motur gelmeden önce seklem yüklü 6’şar, 7’şer eşşek heyetleriyle ya Alcı’ya, ya Dediğe, ya da Şarmatlı’ya giderlerdi. Kışlalılar okuyan, üreten, öğreten, yüzleri batıya dönük, cumhuriyet değerlerine bağlı, Hace Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş-ı Veli çizgisinde asalet ve sadakatle dolu bir Türk-İslam inancına sahip asri insanlardı. En adil, en asil ve karakteri en yüksek insanlar bu köyden çıkardı. Gasim Hoca ve Nurettin Hoca çevrenin en bilge en itibarlı din alimleriydi. Allah korkusu yerine Allah sevgisinin hakim olduğu en gerçek ve en samimi inancı onlar öğretir, uygulatırlardı. Biliyorsunuz ki inançtaki samimiyetin en belirgin göstergelerinden biriside Zekattır. Bu köyde herkes ölçüp biçer, zekatını verir, mazlumu, mağduru, fakiri, düşkünü ilk onlar görür, ellerinden tutardı. Doğayı, insanı, canlıları yürekten sever, korurlar, hak ve adalete çok büyük önem verirlerdi. Küçücük çocukları bile bilgi, adalet ve asalet yüklüydü.    Alternatif tarım teknikleri geliştirilmediği ve zehir yüklü zirai ilaçlar keşfedilmediği dönemlerde Kerekenes Dağı çok endemik türler barındırırdı. Farmakoloji, toksikoloji, kozmetik ve tıbbi aromatik bitkiler kategorisinde aranan en nadide çiçekler, otlar burada bulunurdu. Doktorun, hastanenin, sağlık ünitelerinin yok denecek kadar az olduğu o dönemlerde çevrede nam salmış tüm halk hekimleri ordan topladıkları otları şifaya dönüştürürdü.   İşte Kışla’nın da halk hekimliğinde isim yapmış efsane mütehassısları vardı. Mesela Gara Hacca Bibi milletin gulucunu gırar, belini çekerdi. Gıçı gırılan, hotu sökülen, dirşağ bükülen, omuzu çıhan, inciği çatlıyan herkes bölgenin sınıhcısı ve ortepedi mütehassısı Gasim Hocıya, Atem Çavış’a ya da Etem Kâa’ya gelirdi. Tedaviler nasılmı olurdu?... Mesela golun veye gıçın gırıldı Atem Çavış’a geldin diyelim. Atem Çavış kırılan kolu, bacağı, beli her neyse ipdi bi oyannı, bi buyannı göz kararı gıvradır, sağa-sola büker hartadan yerine otuttururdu. Onuda yımırtayınan, bekmezinen, çalmayınan bi melefiye dolalı tahtalarınan sarar guverirdi. Duşgası gırılan, gafası yarılan, yaarnı inciyen, daha doğrusu en ufah bi ortopedik travma geçiren ipdi Gasim Hocıya ya da Atem Çavış’a gelirdi. Diyelimki Eyâ gemiklerinde bi sızı var, bi yerine bi baba çokmüş, depen ağrıyo, hotun gırıh, elin-ayağan titiriyo, yağarnın gicişiyo, gooden bozulmuş, guluç kahmış, yürâan bulanıyo, garnın ağrıyo norecean?...Duracah vahıtmı… Hemen bu alemde tüm eczacılardan, farmakologlardan, toksikologlardan ve hemetologlardan daha bilgili ve isabetli teşhisler koyan Gadının Gelini Fadimiye gelecean… O size dağdan daşdan topladığı otunan, çöpünen, tikennen, gabaldızınan bi ilaç hazırlasın, nerenize bi baba çöktüyse derhal iyi edip guvermezse ben neyim… Hadi diyek ki depen ağrıyo… Gafan gazan gibi. Hocalara ohuduyon geçmiyo. Böyle durumlarda norecean derhal çitime yapdıracaan.. Eee.. Bu hastalıhların tohduru kim. Elbetteki Dedenin Gızı İmmihan… İmmihan Nene paslı cilatınan depeni oyannı bu yannı baaddırı baaddırı cıcıh cızıh cızar, oyannı buyannı keser, ala ganlı gapıp goyurur ibdi Allah soona bibişeyin galmazdı. Bu saydığım hekimlerin heç biride kimseden para pul almaz, dünya malına önem vermez, garibi-gurebayı duası karşılığı tedavi eder, çaresiz insanlara hep moral ve umut verirlerdi.  Kerkenes Kışlasının ve çevre köylerinin diğer sağlık sorunları da emin ellerdeydi. Gözünde it dirsea çıhan, gızıl yurük olan, ağrısı dutan, gafasını çititmek isteyen, yel giren, bulgurlamıya dutulan, pahır basması gereken ya da bi yerine bi baba çöken tüm mağdurlar Gadının Gelini Fadime, Dedenin Gızı İmmihan, Selvi Garı ve Tohatlı Fadimiye gelir, miyane olur gurtulurlardı.   Hadi Gızılyurik oldun. Avurdun boynuna aşşâa şişip geliyo. Gôoden keçeşmiş, yaarnın titiriyo.. Doğru neriye gidecean, heç zaman gaybetmeden derhal bu alanın uzman mütehassısı Gara Haccı’ya….. Hacca Bibi ipdi tavanın altını gızdırır,bi melefiye sarar, Gızıl Yurük olanın suratına coss diye basar, epiy bi parpılar ve şarpadan tukürürdü. Ya da gözünde İt Dirsaa çıhtı diyelim. Onun tedaviside hemen hemen aynıydı ama bu alanın en uzman mütehassısıda Dedenin Gızıydı. Tukürüğü bek iyi gelirdi. Gapısına günde en az 3-5 kişi birden tukütdürmiye gelir, gurtulurdu. Çocuğu olmıyan avratlarda belini çektirmek, eyâalerini bağlatmak için Jinekolog Selvi Garıya giderlerdi. Selvi Nene goca bi daşınan hasdanın guluçlarını düver, urgannan goşmıya asar, belini çekerdi.   Diyelim ki durup dururken buğazına bi baba çoktü. Bademciklerin şişdi yutgunamıyon. Noreceğan. Doğru acil servislere bahan Hediye Ebe’ye gideceaan, parpılatdıracaan ve bademciklerini ezdirecean..  Mal melal gayboldu diyelim. Dar aaşam olmuş eşşek yoh, dana gelmemiş, millet yadırgısını seçmiş sizin davar gayıp. O yannı bu yannı aradın bulamıyon.. Norecean aval aval oturacaannı. Garannıh çökmeden hemen Ali Havız’a gidip Gurt Ağzı Bağlatdıracaan. Duracah vahıtmı lâ.. Hadi cenevar gırarsa.               Yav dişçi deyince benim hâlâ bacahlarım titirer. O nasıl bir cesaret, kelpetenle, penseyle o nasıl bir çekme ve tedavi yöntemi, o ne çılgın bir müdehale anlatırken bile tüylerim tiken tiken oluyo. Helede bizim oyannılarda 1980’lere gadar palabıyıh bi dişçi gezerdi. Ula o imansız namısız nerden gelirdi bilmiyom amma çocuh, böyük, avrat-uşah kimin dişi ağrıyosa ulum ulum uludur, bas bas bağıddırarah elindeki demir kerpedennen ne gadar dişi varısa çeker çeker kotelerdi. Melim melim meledirdi milleti. Zaten o zamanlar heryerde halk sağlığı konusunda kafasına göre teşhisler koyup, tanı ve tedavilerini ahmak cesaretiyle uygulayan ilginç ilginç tipler dolaşırdı ortada. Zannediyorum Akdağ tarafından gelen Halil Kâa ve Hamza Kâa adında gendilerine dişçi diyen iki zalim vardı. Alcı’da bizim odada da kaldılar. Elerinde meşin bi çanta, içinde paslı kerpeten ve penseleriyle köy köy dolaşır diş çekerlerdi. Adamın ağzında iltihap mı var, enfeksiyonel durumlarmı var, şekeri, tansiyonu mu var, kalp sağlığı yerindemi, yaşı, kilosu, kan değerleri, omurga yapısı uygunmu, zayıfmı, şişmanmı, hastamı sayrımı hiçbir kriteri umursamadan kaç tane çürük, çarık sorunlu dişi varsa hepsinide o demir kerpetenle çekip çekip kotelerlerdi. Üstelik o paslı pense yada kerpetenle çektikleri alanı dezenfekte bile etmeden oyuh yere kirli bi çapıt deper “Haydi geçmiş olsun.” deyip guverirlerdi. Yav o zamanki insanları Yüce Yaradan daha bi şefkat ve merhametle koruyordu ki galiba. Allah’tan ellerinde ölen, sakat kalan, müzmin hastalıklara yakalanan kimse olmadı biliyorum. Şimdi olsa o adamların tipini, ellerindeki paslı penseyi-kerpeteni, tornavidayı bile gören travma geçirir, akıl sağlığı bozulur, titireme dutar, olan olmayan tüm deprosyonik ataklar depreşir, adeta gudurur gider.. Get yav başga şeylerden bahsedean. Nerden hatırlatdınız böyle şeyleri. Konuyu değiştiriyom… Gışlalılar eli-yüzü nurlu, üsdü-başı tertemiz insanlardı. Yav ne temiz, ne titiz, ne tirentez horantalar olurdu. Evlerde musluk, şebeke suyu, elektrik, buzdolabı, vs. gibi medeni nimetlerden hiçbirisi yoktu ama pırıl pırıl avlular, biyaz badanalı evler, toprak kokan hazın damları, ağaç goşmalar, çitilgili siyeçler, loolu damlar, kulleli tandırlar, üzüm çiğneme haftları, sohu, seten, haymalıh hepsi kusursuz ve düzgündü.    Ahırda, tarlada, bağda, bahçede toprakla, çamurla, külle, gubürle hemhal insanların üstleri, başları, goynekleri, mintanları, sahoları, fisdannarı, bürükleri, atgıları elleri, yüzleri hep tertemizdi. Köy çeşmelerinden ağır helkelerle, boyunları süne süne taşıdıkları sularla harikalar yaratırlardı. Şimdiki ojeli, boyalı, röfleli avratları o zamanın şartlarındaki bir Kışlalının evine guveraceğan, dinime imanıma 4 günde o haneye bit düşürür. O kadar harman-hasat, ekin-ırgat, mal-melal işleri arasında bile pırıl pırıl ve tertemizdiler. O tozun, gubürün içinde toplular tertemiz, gapılar, peçeler apacer dururdu. Zabağnan gahıncı döşşekler deşirilir, evler görülür, gapı peçe çalınır, gıyı-gıran derlenip toparlanırdı. Sığırı sürü sürmez havludahı mal gurbesi hemen duvarlara yapma yapılır, tarlaya, bosdana gidilirdi. Zabah ekmağni evde yimessen, azzığna gon, çıhılan, kurağne, gazmana dahan doğru tarlıya.. Yozgat ve köylerinin nerdeyse hepsi 70’li yıllara kadar kara yapı dediğimiz üstü bişirikle kapalı, sıvasına kadar her yeri toprak, dam evlerden ibaretti. Gağnılar, at arabaları, moturlar, makineler girebilsin diyi çift kanatlı çatalkapı ve yanında küçük bir cümle kapısı olurdu. Kapıların tokmakları, demirleri, sürgüleri, zerzeleri, dayahları hepside Selçuklu motiflerini taşır, eğer evin saabı Hac’ca gittiyse tamamen yeşile boyalı kapısının üsdünde beyaz ay-yıldız olurdu. İçinin döşengisi ve aksesuarlarından tut, dışının görüntüsüne kadar zengin evide, fakir evide hemen hemen aynıydı. Kimse kimseden çok daha zengin yada gösterişli değildi. Bu yüzdenmidir nedir, herkes herkesin evine gönül rahatlığıyla sığar, sıkılma, mahcubiyet ve utangaçlık hissetmezdi. Çamur sıvalı kerpiç damların muhabbet ve samimiyetinin insan gönlüne ne kadar hoş geldiğini hepiniz bilirsiniz. Şimdi zengin malzemeler ve türlü yapı teknikleriyle yapılan beton evlerin hiçbirinde bu sıcaklığı bir kimsenin dahi hissettiğine inanmıyorum. Bu toprak evlerin aksesuarları da ne; tahtalı veya seki dediğimiz bir yükseltinin üzerine serili bi çul, birkaç çapıt minder, yere bir ucuz kilim, duvara çakılı gelinlikten kalma Isparta halısı, döşşeklik veya yüklük dediğimiz peykede üst üste dürülü yorgan-döşşek-küstüm yastığı, misafir geldiğinde serilen allı-gullü iki yün minder, işlengi ve süslü öteberilerin konduğu kapaklı-kilitli sandık, gelin odasında bir gomüdün, bir garuülle, bir büfe, işlengiler ve ana falan olurdu. Mutfak diye zaten bi yer yoktu. Onun yerine hemem hemen evde helkelik veya bıcahlık denilen basit bir rafta üç beş tane pahır zehen, bir sitil, iki helke, bir veya iki guşşene, 2 ilağançe, 1 teşt, 1 ilağen, 1 boduç, 1 gôodesi cemberli, ağzı gazzıhlı ağaç bardah, 1 desdi, 1 meşiref, 2 tas ve şimşir gaşşıhlar için dikilmiş asılı bi gaşşıhlıh varıdı.  Evin ortasında sağı solu delik teşik teneke bi soba; yanında gurbe laylunlarıynan kesmik, tezek, yapma, kerme, guru çitilgi, mahatın, tahtalının altında bi el ilağni ve bi ırbıh, gapının ardına asılı bi peşgır olurdu. Zengin-fakir her evde umumi varlık bunlardı. Veya en fazla bunlara ilaveten unuttuğumuz bir veya iki küçük ek aksesuarlar daha olabilirdiki genel  döşengi böyleydi.             Bu mütavazi duruma rağmen, hane sahipleri düğün alayı gelsin, isterse oba-ordu konaklasın, sayısına, zahmetine aldırmadan hepsinide ekmekli aşlı, çaylı gayfeli ağırlamaya yeltenir, ikram için apırcın olurlardı. O zamanki misafir ve sayısı tamamen bolluk ve bereketin sembolü olarak görüldüğünden, her gelen misafir şereflendirdiği hanede konuk kimliğiyle  başlara taç edilir, ağırlandıkları her mekanda sınırsız izzet, ikram, hatır ve hürmet görürdü. Asalet dediğimiz erdemde işte böylece kendiliğinden ortaya çıkmış olurdu.              İşte bu içi muhabbetle, mutlulukla dolu çamur sıvalı kerpiç yapıların efsane ustaları ise Aslanın Arif, Devrişin Memik ve Eyibin Sadıh’tı. Haşimin Seyit, Çil Sefer ve Culuh Seyit’te hem dam, duvar, gapı, peçe yapar, hemide muazzam pınar çıharırlardı.  Bu güzel insanlar kardıkları bol samanlı çamuru, geçgerelerle çekip, tahta kalıplara döker, kestikleri kerpiçleri haftalarca gurudur ve öyle düzgün, öyle orantılı yapı ve duvar örerlerdi ki, Rönesans Avrupa’sının mimarları bile onları görse kıskanırdı. Yaptıkları ev, ahır, samanlık, tandır evi, kulle deliği, depe deliği, oda, kôm, sedir, çırahmanlık, pöhrek, pınar, eşme, helgir, guyu, tahdalı, ağreç, ahraç, guzuluh, bızağlıh, pine, hazın damı vs. gibi yapı ve müştemilatlar kesinlikle çevrede emsalsizdi. Bağ-bahce gıranlarına daş duvarlar, vurulan siyeçler, depe delikleri, ağmeçli çörtenler, sufalara, hazın damlarına, tandır evlerine eşilen rüzgar tribününü andırır külle kanalları, çatal gapılar, zerzeler, sürgüler, tohmahlar, halahalar, firekler, tandır peceleri hep bunların işiydi.  Karakocaoğlu Kışlasının çok muazzam bir arazisi var. Arhaç, Meyremin Bosdanlıh, Gamişli, Guzu Arhacı, Gurbaalıh, Yoncalı Hüyük, İmran Yolu, Dıraz Yeri ve Çamderesine can ekseniz can biter. Çevrenin en cazibeli ürünlerini, en dolgun zahiresini, hububatını Gışlaılar satardı. Onların buğdayları, arpaları, mercimekleri alım ofislerinde anında farkedilir, başına üşüşen tüccarlar Dıraz Yerinin ekinimi, İmran Yolunun mercimağmi ya da Guzu Arhacının nohudumu diye hemen tanıyıp sorarlarmış.  Yav lezzeti, ince kabuğu ve şiresiyle öyle ballı üzümler olurdu ki. Helede Nasıf Kâa’lin, İzet Kâa’lin bağların üzümü kehribar gibiydi. Onların gördüğü bağların üzümleri, içindeki gaysileri, armutları, elmaları bal gibi ve albeniliydi.  Çevreden gelen yadırgılar ve köyün uşâa zarar vermesin diye Bağ bekçileri en çok oraları beklerdi. Hadi erkağseniz Keloğlan Üsüyün, Gasim Hocanın Abbas, Tozlu Muharrem ve Çolağan Durağan beklediği dönemlerde birinin bağına bi girin. Helede Keloğlan Üsüyün sizi bi dutsun vallahi diynanen godunnuydu gafanızın bekmezini ahıdırdı. Yav o zamanın çocukları ve gençleri bağ-bostan talanında çok vandalistti. Yatıp yuvarlanarak hıyar yolar, koca koca üzüm salkımlarını koparıp tümünü yemeden koteler, bostanları dizinde kırıp bir veya iki kemirip küreler ve çok savurgan davranırlardı. Sahibinden isteseler her bağ-bostan onlara serbestti ama yolmanın adrenalini yüksek, heyecanı erişilmezdi. Yolma ve talan operasyonlarının keyfi anlatılmaz yaşanırdı. Millet bağında bosdanında ürettiği gaysilerden, üzümlerden, armutlardan, hıyar, bosdan vs. gibi ürünlerden getirip getirip köy odalarında ya da yolda belde rastladıkları insanlara ikram ederdi. Köy odalarında halbırlarınan gırmızı, biber, gelep gelep suvan, nane, madenis, sepetlerle üzüm ve helke helke meyva olurdu ki, onları tadanların samimi duaları ve teşekkürleriyle köyün bereketi insanlarının tepelerinden aşardı. Yinede gençler ikram yerine bostan hırsızlığının emsalsiz heyecanını tercih ederdi. Sorgun başta olmak üzere çevredeki tüm köyler Kel Zeynel’in Hamdi, Dıydıllıh Seyfullah, Culuh Seyidin Hacı, Şapşap Ali Çavış, Çil Sefer, Kôr Mısa, Caddırı Hacıibraam, Gara Veli, Gara Haydar, Kel Vaam, Fortoo İsmail, Kor Eyip, Buçuh Sadıh, Nasif Kâa, Gartal Hasan, Ösüre Durah, Pire Sadıh, Gasim Hoca, Gatil Ihsen, İmmedin Üsüyün, Guccü Oğlan, Alabaş Muharrem, Nailin Diren, Uyhulu Mahmıd, Mucur Muharem, Galıç Ahmet ve Bıyıh Memmet Çavış gibi sofrası açık, hanedan, hatır-hörmet saabı asaletli adamların selamını baş üstüne alır, referanslarını anında kabul eder ve gönderdiği herkese ne istiyolarsa çekinmeden verirlerdi.  Bu köyün hanımları ellerinin bereketindenmidir, yüreklerinin cömertliğindenmi yoksa yiğit anası olduklarındanmıdır nedir, hepsininde yemekleri çok güzel ve lezzetli olurdu. Nuru Dayının Goca Tekmil size bi Gabah Çiçaa dolması yapsa, parmaklarınızı yerdiniz. Nailin Direnin Sadiul bi arabaşı yapsın nerdeyse hamırın öte tarafını görürdünüz. Hepimizin bildiği yemekler burda bambaşka bir lezzete bürünür. Uyhulu Mahmıdın Zilfi bulamaşıyı, Guccü Oğlanın Elif Gôo gırmızı aşını, Tahsinin Fatiş iç pahlayı, Galıç Ahmedin Melek suvannamayı, İmmedin Üsüyünün Hamide cıbır mantıyı, Alinin Zöhre’de hasideyi bek iyi yapardı. Kôr Mısanın Şaarzel’in bukdüğü siniyi heç kimse bukemezdi. Gasim Hocanın Zarzar Pempe çanak çanak çokelik yapar guma yatırır, her öyünde sufraya deri torba yoğurdu getirirdi. Gara Mısdafanın Sultan’ın külek külek acıyağsı (Tereyağ) olurdu. Şahalı Irızanın Şahinaz keli pancarından bek tavatır cacıh bişirirdi. Caddırı Hacıibraamın Gôo Döndü omaçlı, şekerli, çalmalı, pilavlı, yımırtalı ve yoğurtlu dürümünü köyde yemeyen çocuk bulamazsınız. Kôr Eyibin Garabacah Emine zorlu bosdan eker, Fortoo İsmailin Şerif ise muazzam çörek yapardı. Mılla Hasanın Sultan öyle bi bosdan ekerdi ki bi görseniz. Meyremin Bosdanlıkda ise can ekseniz can biterdi. Oraların pahlası, gumpürü, suvanı, gırmızısı, madenisi, ayrıhsı olurdu. Öyle bereket, öyle görsellik ve öyle aromayı hiçbir ziraat teknokratı yakalayamaz. Modern şehir hayatının stresinden uzaklaşmak, doğayla başbaşa vakit geçirmek isteyen Hiking ve Trekking tutkunları Üç Arhaç, Alim Pınarının Depe, Ötüyüz, Gurbaalıh ve Goz Babaya doğru bir gezi tertip etseler, yürüyüş sporlarının en kralını gerçekleştirmiş olurlar. Üç Arhaç, Alim Pınarının Depe, Arılıh Çuhuru, Çamlar, Ötüyüz, Meyremin Bosdanlıh, Gamişli, Gurbaalıh, Kor Pınar, Yoncalı Hüyük ve Gamişli’nin güzelliklerini gören zaten bu doğayı asla terkedemez. Helede Eyibin Pınar, Orta Pınar, Gasim Hocanın Pınar, Üsülünün Pınar, Yusufun Pınar ve Duralinin Pınar, Gamişli Eşme, Alim Pınarı, Üç Arhaç, Goz Baba, Gurt Gayası, Ali Çavışın Pınar, Üçavlaa ve Nasifgilin Guyunun billur gibi sularından içseler 20 yaş birden gençleşirler. Köyde merhumelerin ölülerini Uyhulu Mahmıdın Zilfi ve Gara Mısdafanın Fadime yıkarken, Diyeşetleriylede ağlatmadığı adam kalmazdı. Köyde doğanların çoğunun ebesi Gadının Gelini Fadime, Dedenin Gızı İmmihan, Selvi Garı, Tohatlı Fadime, Gara Hacca ve Hediye Ebedir. Karakocaoğlu Kışlası ve çevre köylerdeki onlarca çocuğun ebesi olan bu melek yüzlü hanımların eli herkes tarafından saygıyla öpülür. Bunlar aynı zamanda bek eli işli, ağzı laf yapan, oturaklı kadınlardı. Köyün Hanımağaları olarak bilinen bu kurmay heyetin hastalık ve marazlarınız için kapılarını çaldığınızda  hepsininde horantaları çay içirmeden, ekmek yedirmeden kimseyi salmazdı. Çocuklarının, torunlarının hepsinin de haneleri açık, sofraları cömert insanlardı. Bu köyün güzellik ve zenginliği mütevazi, dostluğu ve komşuluğu yürektendi. Tüm yiğitler lakaplarıyla anıldığından, hepsininde adı, namı ve şanı tam orijinaldi. Tabiiki arada kavga gürültüde olurdu. Fazlının Veli, Seyidin İsmet, Halilbanın Ihsen ve Satılmış Kanın Niyaz haksızlığa heç tahammül edemez hemen doğüşürdü. Helede Memiğin Gıymat ve Uyhulu Mahmıdın Zilfi’ye kimse çatamazdı. Gıymat Bibi garıh-gatıh sularken sıra beklemiye bek tahammül edemez, hemen suyun geverini gendinden yana çalardı. Sıra benim diyene kurağnen goyuncu uzadırdı. Millet, “Aman Gıymat Bibi tek sen sulada biz ondan soona sularıh.” deyip geriye çekilirlerdi. Arazi çok verimliydi. Gamişli, Yoncalı Huyuk ve Dıraz Yerine can ekseniz can biterdi. Arılıh Çuhuru, Arhaç, Meyremin Bosdanlıh ve Dıraz Yeri’nin ekini, nohudu, mercimaa, arpası, buğday alım ofislerine götürüldüğünde hemen farkedilir ve bütün tüccarlar başına üşüşürdü. Yılbırt yılbırt yanan Kerkenes Kışlası mahsüllerini görenler Şu Gamişli’nin ekinimi, İmran Yolu’nun mercimaami, Dıraz Yerinin nohudumu diye tüm arazinin mahsülünü ve kalitesini tanıyıp saabına sorardı.              Zaten arazinin çoğu sulak, toprağı tavlı, pınarıyla, eşmesiyle, çeşmesiyle köy adeta bir cennetti. Büyüğünden küçüğüne herkes yazıda yabanda, işinde gücündeydi. Köyün çocukları mal gütmeye gittiklerinde Gurbalıhda golmekde sabahtan akşama kadar çimerdi. Helede Gamişlideki eşmeden döşlerinin üzerine yatarak gürp gürp su içtiklerini bi gorseydiniz. Diyelim ki şimdi Karakocaoğlu Kışlası köyüne yolunuz düştü. Bu köyün en hanedan, en hatırnaz, yardımsever ve misafirperver kimlikleriyle herkese sofralarını açan Muhtar Haydar Koçer, Hasan Arlı, Yusuf Candaş, Kemal Aras, İbrahim Aras, Zafer Aras, Zöhre ARSLAN, Esme-Selami ERTÜRK, Cabir ŞAHİN, Abdurrahman KOÇER, Musa KARAKOCA, Hakkı ÖZDEMİR veTevfik ÖZDEMİR gibi hepsi birbirinden değerli gönül insanları var. Bu köydeki herkes ama herkesin hanesi açık, sofrası meydanda, gönlü yüce, alicenap, eli cömert çok asaletli insanlar. Sadece köylülerine değil, kim olursa olsun yardımını, emeğini, gönlünü hiç esirgemeden tüm imkanlarıyla yardım eden bu insanların asaletlerini ben anlatmakta güçlük çekiyorum. Karakocaoğlu Kışlasının Ankara’da Serkan ARAS’ın başkanlığında, Haydar KOÇER, Cemil DOĞAN, Haydar Ali BOZKURT ve Av.Haşim ARLIER gibi hepsi birbirinden kaliteli, kalibreli ve karakterli şahsiyetlerden teşkil çok çalışkan, üretken ve vefalı bir dernekleri var. Ayrıca Efsane Muhtar Haydar KOÇER’de fahri üye statüsüyle köyünde ve derneğinde her zaman fedakarca koşuşturuyor, emeğini, zamanını onlardan hiçbir zaman esirgemiyor. Bu derneğin tüm yöneticileri ve emektarları köylerini, köylülerini ve Yozgatımızı yürekten seviyorlar. Dürüst kişilikleri ve samimiyetleriyle hemşehri kimliğimize her yerde saygınlık kazandırıyorlar. Ekonomik, sosyal, kültürel, geleneksel ve kabul görmüş tüm görenek ve törelerimiz doğrultusunda o kadar zahmetli emeklerle köylülerine ve şehrimize hizmet veriyorlar ki, Ankara’da, İstanbul’da faaliyet gösteren başka illere ait dernekler bile onların çalışmalarını örnek alıp uyguluyorlar. Kerkens Kışlası Köyü ve etrafı tarihi değerler ve doğal güzelliklerle dolu. Şimdilerde bazıları kurumuş ama çeşme zengini bir köy. Adeta 300 metrede bir pınar, eşme, kaynak, golmek ne derseniz bir sürü hayrat var. Sadece hanelerinde izzet ikram sahibi değil, arazilerinde bile su, sebze, meyve ikram eden anlayışlı bir asalete sahipler. Kale diye adlandırılan surlar ve Pteria Antik Kenti harabeleri tarih-kültür tutkunları tarafından sürekli ziyaret ediliyor.             Bizler Kerkens Kışlası Köyü ve çevre güzelliklerine tabiri caizse hayran kaldık. İnsanıyla, ikramıyla, izzetiyle, irfanıyla, doğasıyla, tarihiyle, elit gelenekleri ve ilginç konumuyla efsane bir köy. Zaman zaman bu bölgeyle ilgili araştırma yazılarıma devam edeceğim. İnsan kalitesinin en yüksek olduğu, erdem ve tevazunun en yücesi, paylaşım ve himayenin en samimisi, dostluğun en sadakatlisi ve yardımlaşmanın en şahsiyetlisi yine bu köyde uygulanıyor. Helal ekmekleri, bereketli doğaları, zümrüt coğrafyaları ve misafirperver gönülleri hürmetine Cenab-ı Allahın bereketle süslediği bu köy, onurlu, omurgalı, vatansever ve dürüst insanlarıyla Yozgat’ın yüzünü her yerde ak ediyor. Sevginin, bereketin, lezzetin merkezi aziz ve asil soylu bu güzel köyün ebediyete intikal etmiş tüm geçmişlerine Allah’tan rahmet, yaşayan birbirinden faziletli değerlerine sağlık, afiyet ve uzun ömürler diliyorum. Milli ve manevi değerleriyle, hemşehri kimliğimize özünden bağlı örnek kişilikteki vatansever çocuklarınızın, layık oldukları en yüksek makamlara gelmesi temennilerimle Dünyanın her yerindeki Kerkenes Karakocaoğlu Kışlalılara sonsuz sevgi, muhabbet ve hayranlıklarımı sunuyor, eşsiz misafirperverliğiniz için gönüller dolusu teşekkür ediyorum. Hepinizde herzaman baştacımız olacak ve herzaman gönüllerimizde kalacaksınız. Varolun yiğit ve cömert Kışlalılar. 
Rıfat ÇAKIR / Anadolu’nun İsviçre’si, Türkiye’nin Davos’u, Avrasya’nın incisi, gözbebeği bir mekandan bahsedeceğim sizlere. Holywood film sektörü, Avrupa’lı seyyahlar, belgesel yapımcıları, foto safari tutkunları, Natinal Coğrafik ve daha onlarcası zümrüt Kerkenes Dağlarını bi görseler bir daha Alplerden, Apeninlerden, Prinelerden inanın bahsetmeyecekler.

Anlatmak istediğim asıl mekan ise her görenin tutkulu bir aşkla sevdalanıp, efsunlu atmosferine tiryaki olduğu bu sıra dağların tek sahibi olup, yerleşkesini de bereketinden beslenip ana bildikleri bu dağın eteğine kuran Karakocaoğlu Kışlası Köyünün efsane güzellikleri… 

Biliyorsunuz bir doğa harikası tarif edilirken “Saklı Cennet” tabiri çok sık kullanılır. İşte bu tarifin en gerçek tezahürü Kerkenes etekleri kompleksinde yer alan Bozbel, Üç Arhaç, Aerek Depesi, Alim Pınarının Depe, Arılıh Çuhuru, Çamlar, Arhaç, Ötüyüz, Meyremin Bosdanlıh, Gamişli, Gocabel, Guzu Arhacı, Gurbaalıh, Kor Pınar, Yoncalı Hüyük, İmran Yolu, Dıraz Yeri, Gamişli, Çamderesi, Köromar ve Kertme gibi yakut mevkiileri barındıran Karakocaoğlu Kışlası, ulaşımı ana yollardan sapa bir güzergahta oluşundan olsa gerek, bugüne kadar hiçbir kurum ve kitlenin ilgisini çekememiş, kimseye de adını, önemini ve güzelliklerini istenildiği gibi duyurup tanıtamamış tablo estetiğinde zümrüt bir köy.

 

Aroma ve lezzetini gurmelerin bile tarif edemediği Emir cinsi ile tadı ve şirasına kimsenin akıl erdiremediği Kınalı Yapıncak cinsi üzümleri, farmakologların tek başına bir ilaç dediği ampul gibi Daş Armutları, hepsi birbirinden rayihalı türlü meyveleri ve gül rengindeki pekmeziyle ünlü bu köyün eşsiz cömertlikte, görgülü ve çok misafirperver insanları var. Dostluk, fazilet ve nimetlerle süslü billur coğrafyalarının geçte olsa farkına varan Kışlalılar çalışkan muhtarları ve Ankara dernekleri vasıtasıyla şimdilerde çok nitelikli organizasyonlar tertip edip, Türkiye genelinde tanıtım atağına geçiyorlar.

Artan nüfus, küçülen ekonomi, iş, eğitim, istihdam ve sosyal güvence zaruriyeti fertleri göçe zorlayınca, sevdalı oldukları toprakları terkedip şehirlere yerleşince köy uzun yıllar atıl kalmış. Rekoltesi düşük tarım, yazı kısa, kışı uzun elverişsiz hayvancılık, yaylak ve otlak darlığı, hastalık-yaşlılık, sağlık, ulaşım vs. gibi gittikçe katlanan dertlere tedbir hepside büyükşehirlerin yolunu tutmuş, geliri düşük vasıfsız işlerde çalışıp, şehrin uzak gettolarında ikamet etmişler. 

 

Sağlam aile yapıları, kaliteli karakterleri, zeki, üretken ve dürüst emekleriyle bilinen altın kalpli Kışlalılar, yerleştikleri şehirlerde vasıfsız statüde fazla zaman kaybetmeden, girişimci ve lider ruhlarıyla kısa sürede birçok mesleğin kompetanı, duayeni olmuşlar, hepsinden önemlisi çocuklarını yüksek eğitime ve itibarlı meslek gruplarına yönlendirmişler. Bağları sıkı komşuluk, akrabalık ve hemşehrilik gelenekleriyle dayanışma içinde yardımlaşınca da hem eğitimli, hemde varlıklı olmuşlar.

 

Avrupa’ya gidenler de öyle. Hem yurt-yuva tutmuş, hemde köylerinden, ilçelerinden bir çok kişiye ekmek kapısı açmışlar. Bugün o kadar varlıklı Kışlalı var ki, isteseler devasa işletmeler kurar, çok kapsamlı istihdam alanları oluşturabilirler. 

 

Bu güzel insanların içindeki memleket sevdasını, vatan aşkını ve hemşehri vefasını inanın tarif etmekte güçlük çekiyorum. Topraklarına o kadar samimi bir sadakatle bağlılar ki, hangi sosyal statüye, hangi ekonomik seviyeye, hangi makama, hangi mevkiye çıkarlarsa çıksınlar, ruhlarındaki tek Cennet Karakocaoğlu Kışlası…. 

 

Zaruri harcamaları haricinde ellerine geçen ilk tasarruflarıyla hepside önce baba ocağını canlandırmış. Ev yapmışlar, bahçe ekmişler, dağlarını-bağlarını güzelleştirmişler, ağaç dikmişler, yol yaptırmışlar daha neler neler..

 

Türkiye’de refah düzeyi yükselen kişiler tatil için Didim’e, Dalyan’a, Assos’a, Fethiye’ye, Marmaris’e, Akyaka’ya, Jamaika’ya, İbiza’ya, Maurutius’a, Belize’ye, Goa’ya, Algarve’ye, Zanzibar’a, Cook Adalarına, Westfjords Bölgesine, Auckland’a, Paris’e, Milano’ya giderken, Kışlalılar, Çamderesi’ne, Alim Pınarı’na, Köromar’a, Üç Arkaç’a, Arek Tepesi, Ötüyüz, Kertme ve Bozbel’e gelmekten vazgeçmiyor.

 

Mesela Deniz için Muğla koylarına, Kızıldeniz’e, Puket Adasına, Sharm-el Şeyh’e, Adriyatik’e gitmek yerine Ötüyüzdeki Cağaldağa, Korpınar’daki milekli golmeğe, Gurbaalıh, Gara Musdafanın Havız ve Ali Çavışın Pınara çimmiye geliyorlar. Ve buraların konforunu, duygusunu, özlem ve neşesini hiçbir koya, sahile, okyanusa değişmiyorlar. Bu yüce gönüllü insanlar kayda değer ekonomik imkanlara ulaşmasına rağmen, gönüllerinde en ufacık bir kibir, kapris, trip barındırmıyor, her zaman can cana, gönül gönüle sıla sadakatine vefa ile bağlı kalıyorlar.

 

Aslında sazın ve sözün üstadı, tezenenin virtiözü, Karakocaoğlu Kışlası Şenliklerine ezgileriyle damga vuran kıymet Ali ARLIER ustadan, sadece Karakocaoğlu Kışlasını değil tüm bizim coğrafyamızı konu alan güzel bir beste umuyor, dillere destan bir türkü çıkarmasını arzu ediyoruz.  

 

Cenab-ı Allah Bu köyün insanlarını gerçekten eşsiz bir nezaket ve zarafetle donatmış. Misafirperverlik, saygı, cömertlik, ikram ve muhabbette hepsi birbiriyle yarışırken, büyük-küçük saygı hiyerarşisinde itaate amade derya gönülleriyle heryerde asalet yansıtıyorlar.

 

Geleneksel ritüeller, töre kuramları, adaletli dayanışma ve yardımlaşmalar o kadar kusursuz uygulanıyor ki, erdem ve kanaatlerine herkes imreniyor. Büyüğünden küçüğüne alicenap, eli cömert hanesi açık, sofrası ortada, ekmeğini tevazuyla paylaşan, ordu gelse misafir etmeye kalkışan, genetiği bozulmamış eşsiz bir Türk kültürü hakim bu köyde...

Bozok Platosunda yiğitliği, cömertliği, hanedanlığı ve açık sofrasıyla herkesin adamın hası diyerek saygı gösterdiği, bölgenin en hatırlı hörmetli ağaları Kel Zeynel’in Hamdi, Mılla Hasan, Nazar Bekdaş, Nuru Kâa, Eyip Kâanin Habil, Fortoo İsmail, Kor Eyip, Buçuh Sadıh, Nasif Kâanin Uşahları Gadir, Mahmıd, İzet, Kürt Ali, Gara Mısdafa, Guruh Memmed, Keş Ali, Gartal Hasan, Ösüre Durah, Pire Sadıh, Gasim Hocaalin uşahlar Uzun Memmed, Arap Mısdafa, Cırıh Atem, Celal, Gatil Ihsen, İmmedin Üsüyün, Mılla Mısdafanın uşahları Mısa-Abuzar Satılmış- Ali, Nurettin Hocaalin Mırat-Tahsin, Guccü Oğlan’ın Salif-Alabaş Muharrem-Hasan, Nailin Diren İbraam, Uyhulu Mahmıd, Şahalı Irızanın uşahları Ali-Yusuf-Nayım, Mucur Muharem, Galıç Ahmet ve Bıyıh Memmet Çavış hepside bu köylü.

 

Bişirdiği yenir, gonuşduğu dinnenir, çevresine çehresine görgü görenek öğreten Gara Esme, Çalık Gelin Fadime, Mılla Hasanın Sultan, Goca Tekmil, Dıydıllıh Seyfullaan Suna, Kôr Şemşi, Şapşap Alinin Etem Garı, Dımdım Satı, Gara Satı, Çil Seferin Gülhatın, Kôr Mısanın  Şaarzel, Gôo Döndü, Haşimin Gızı Yeter, Zale, Çahır Anşe, Gara Zeynep, Yoluh Elif, Fortoo İsmailin Şerif, Garabacah Emine, Soluhsuz Döndü, Deli Emine, Şerif Garı, Gadirin Satı, Mahmıdın Pempe, Gara Mısdafanın Sultan, Zarzar Pempe, İmmedin Üsüyünün Hamide, Mılla Mısdafanın Mısanın Şerif, Abuzarın Narin, Alinin Zöhre, Nurettin Hocanın Nazice, Gara Melek, Tahsinin Fatiş, Guccü Oğlanın Elif, Nailin Direnin Sadiul, Uyhulu Mahmıdın Zilfi, Şahalı Irızanın Şahinaz, Mucur Muharemin Havize ve Galıç Ahmedin Melek Bibide bu köylü. Çevre köylerdeki tüm hanımların imrenerek örnek aldığı bölgenin en otoriter hatınları tartışmasız onlardı. 

 

Eli yüzü nurlu, bu onurlu hanımların elinden ekmek-aş, omaçlı, çalmalı, çokelikli, suvanlı dürüm yimiyen, su, çalhama, eşgi, içmiyen, hatır-hörmet gormiyen kimse yoktur. Onnarın gördüğü bosdanı, yuduğu assabı, evirdiği ekmâa, bukduğü mantıyı, gızartdığı siniyi-pahlavuyu, gaynatdığı bekmezi-çalmayı, bişirdiği pahlayı, çullamayı, bozaşı, bulamaşını, herleyi kimse yapamazdı. Bu hatınlar gonuşuncu herkes susar suküt kesilirdi. Çünkü Yozgat yöresinin en Osmanlı, en oturaklı, en ağır başlı, en böyük ve en saygın First Leydileri onlardı. Hem otoriter, hem nezaketliydiler. Yavrım, Guzum, Hanım-Hatın, Efendâa, Nazlıbâa diyerek konuşurlardı.

 

Yav onnarın sufraları da bişekilidi. Yürekten ikramlarındanmıdır, Efendâa-Nazlıbâa diyerek iltifatlı konuşmalarındanmıdır, hanelerinin eşsiz asaletindenmidir nedir, her bişirdikleri aş dadından yinmezdi. Düğünde-düzgünde, ziyarette, gezmede rastgelipte Kışlada sufraya otursanız, orda yidiğiniz yemâan dadı aklınızdan çıkmazdı. Yıllardır lezzet ve bereket denilince benimde aklıma hep Kışlanın gönlü yüce insanları gelir.

 

Düğünlerin, düzgünlerin yemeklerini genellikle Gadının Gelini Fadime, Üsülünün Pempe ve Nazifin Gûvaası Abbas Ağa yapardı. Yav onnar öyle bi yemek bişirirlerdi ki, alayıcıınızda barnaanızı yalar, elinizdeki şimşir gaşşıhları kemirirdiniz. Yav diyom ya bu koyün tüm nimetlerindeki dat , lezzet bambaşkaydı. 

 

Bizim köydeki Gambır Köprü’de millet oturuken Gıllı Kerim Godek Hacı’ya şöyle diyodu; “Bu mıntıhaların en hanedan, en hatır-hörmet sâabı adamları herzaman Gışla’dan çıhar. Niyannı gidersen get Dıydıllıh Seyfullah’ın, Gara Veli’nin, Arif Usta, Kazim Çavış, Gara Haydar, Cafarın Adozel ve Kel Vaam’ın asaletleri gonuşulur. Culuh Seyidin Hacı, Şapşap Ali Çavış, Çil Sefer, Kôr Mısa ve Caddırı Hacıibraam’ın cömert ikramlarını, bereketli sofralarını bilmiyen yohdur. Ağasından paşasına, Sadâcısından deşiricisine kim olursa olsun bu asilzadelerin ekmâani yimiyen, misafiri olmıyan galmamıştır. Asalet denilince herkesin aklına bu gerçek ağalar gelir.” diyordu. 

 

Yav bu köyün bağı, bahçesi, bosdanı, atı, iti, eşşâa bile farklıydı. Şimdi dünyanın neresinde olursa olsun bir metropol kente veya sıradan bir şehre girdiniz diyelim. Bilirsiniz ki, o şehrin adını ön plana çıkaran ve bölgesinde ünlendirip diğerlerinden özel kılan unsurları ya kalesi, ya kulesi, ya anıtsal bir yapısı, ya da köşkü-sarayı-gökdeleni, parkı-bahçesi vs. sembolleşmiş görselleridir. İşte Kerkenes Kışlası’nın da bölgede adını, ününü, namını, hanedan adamları, hörmetli hatınları, bereketli tarlaları, keklik burnu üzümleri, gafa gibi armıtları, bağı, bosdanı, kağnısı, ekini ve cömert sofralarıydı. Zaten aşı-ekmâa, iti, atı, inâa, danası, ekini-saçını, meyvası-zebzesi bölgede tekdi. Biraz sonra size Gışlanın namlı atlarından, heybetli tosunlarından, yavuz itlerinden, billur pınarlarından, can eksen can biter bosdanlarından ve görkemli Kerkenes Sıradağlarından bahsedeceğim.

 

O zamanlar televizyon, internet, cep telefonu vs gibi teknolojik kirlilikler olmadığından, herkesin sohbeti can cana ve yüzyüzeydi. İzinlerini ırgatlık zamanlarına ayarlayan göçmenler nedeniyle yaz aylarında köy kalabalık olur, herkes boş zamanlarında meydanda birikirdi. Çol-çocuk zaten bakkalın önünde oynar, koyun kuzu, inek dana, bahçe-bosdan, dağ-daş heryer bir acayip şenlenirdi.

 

            Benim jenerasyonumdakiler Bakkalara tuken derdi. Yav eski zamanların köy tukenlerini ben size nasıl anlatayım. Zamanın ihtiyaçlarına binaen içinde nostaljik ürünler barındıran içleri naftalin kokulu, bu toprak yapılı birbirinden albenili tukenlerde neler yoktu ki. 

 

Kürtlerin Satılmış’ın, Gara Hidayet’in, Durali’nin ve Deli Palta’nın tukenlerde tahta raflara dizili püsgut, lohum, sormuh şekeri, sadırazam, gırıh leplebi, lamba şişesi, gaya şekeri, eflatun gutulu 100 gr’lık çay pakitleri, don lasdiği, tığ, ören bayan yumahları, masıralar, bürükler, makarnamalar, vita yağ, sanayağ, sabah yağ, renkli renkli laylun avrat ayakkabıları, gıslavetler, soğukguyu ayaggabılar, horuzlu şekerler, mantar dabancası, Feza marka dabanca mantarı, lamba fitili, düğmeler, filtekeler, grempetler, gripinler vs. envayiçeşit öteberi satılırdı. Çocuklar hep bakkalların önünde oynar, hayran hayran içeriyi seyrederlerdi.

 

Gara Hidayetin hem bakkalı, hemde kahvehanesi vardı. Onun çayı ve muhabbeti bek tavatırdı. Ayrıca Hidayet Emmi bizim köylü Karaca’yla davul-zurna ekürüsüydü. Bölgenin tüm düğünlerini onlar çalar, davulunun üstünde de kırmızı bir dal üzerine yeşil yaprak resimleriyle çerçeveli “Hasret Kavuşturan” yazılıydı.

 

            Bizim köylü Dağlı Satılmışın Üsüyün’ün düğünü olurken, Hosur Sülüman’ın havlıda bi “Gelin Ağladan” çaldı, vallahi biz guccücük çocuğuduh amma o zurnuya nası bi duygu, nası bi avazla çaldıysa bizde böyük adamlarınan, avratlarınan, delağanlılarınan oturduh, alayıcıımızda ağlaşdıh. Hidayet Emmi o ezginin sonunda zurnasını yana dutdu, bi eliyle gözlerini silerek, “Ulan nası türkü yahıyolar, bu türküler beni veram edecek, gahredecek anasını satıyım” diyodu. O da çalarken ağlıyomuş. Yoksa o duyguyu çocuğundan büyüğüne başka nasıl yansıyabilirdi ki..  Düşünün bu adam bir esnaf. Böyle duygu zengini bir adam herkesin fakir-fukara olduğu bu bölgede kâr, kazanç düşünürmü. Zaten parası olsun, olmasın, düğün-düzgün alışveriş herneyise ona işi düşen herkes kesinlikle mutlu dönerdi.    

 

Dikkatimi çeken bir ticari ahlaktan daha bahsedeceğim sizlere. Mesela bazı günler atının terbiyesinden tutup, şinanayının şıngırtısı ile içinde rengarenk öteberi oyuncak, iğde, geçi boynuzu, sarı üzümler, işlengilik malzemeler ve türlü aksesuarlarla dolu üstü örtük, at arabalarıyla Çerçiciler gelirdi. Köyün uygun bir meydanına durur, atının boynuna saman torbasını takar, oraya bir çul serip tezgah açardı ki, köyde çol, çocuk, yaşlı, genç, kadın, erkek kim varsa mahşeri bir kalabalıkla anında başına birikirdi.

 

Şarmatlılı Çerçi Topal Ese, getirdiği öteberileri ortalığa serdiği Gôo bi melefenin üsdüne öyle bi düzerdiki ahlınız çıhardı. Kimi laylun boduç, kimi zehen, kimi humayın, kimi pazen, basma, kimi işlengilik malzeme, tığ, orlun, kimi el ilağni, ırbıh, guşşene, ilağançe, kimi geçi buynuzu, gırıh leplebi, ığde, püsguut, kimi laylun ayaggabı, kimi soğugguyu ayaggabı, mes, goyun tıhırdâa,allı-gullü bürük, cilat, baş kili, soda, tursil gibi envayiçeşit öteberi alırlardı. Nakit para pek olmadığından takas usulü alışverişler yapılır, zenginler uruplâa-çinik ve Gazzâa tenekesiyle buğday getirir, fıhareler ise goyun yünü, gaysi çiğidi, çorap esgisi, alemiyon esgisi vs. gibi öteberiler vererek birşeyler alırlardı. 

 

            Hepsi naylondan olmasına rağmen, o oyuncahlar hayallerimizin süsü, ruhumuzun özlemiydi. Laylun tahsi, tekerli horuz, vagınatlı motur, dingilli gamıyon; gız uşahlarına bebekler, serum lastiğinden sapbanlar, mantar dabancaları, laylun düdükler Allahım Yarabbim… 

 

            Çocuklar tukenlere ve çerçicilere verip öte-bete alabilmek için yazıyı yabanı gezer, çalıya, çırpıya dahılmış koyun yünleri toplardı. Arada sâabından uğrunnadıp teklettikleri goyunların sırtından yün yolarlardı. Çerçiciler, bir hanede ya da köy odalarında misafir olup kalmazsa, akşam karanlığı basmadan tezgahını toplar, süslü atının yularından tutup, tüm çocukların hayallerinide de peşine takarak aşar giderdi kızıl ufuklu tepelerden…

 

            Işıl ışıl, binbir çeşit eşya satan dükkanlar, aradığın herşeyin bulunduğu gros marketler, uçsuz bucaksız AVM’ler, şaşırtıcı çılgınlıkta teknolojik oyun ve oyuncaklar, eğlencenin her türüyle dolu oyuncakistanlar ne olursa olsun, kim ne satarsa satsın, ne faaliyet yaparlarsa yapsınlar, ne yenilik getirirlerse getirsinler hiç biride o at arabalı çerçicilerden alınan yarım avuç gırıh leblebinin-iğdenin-geçi boynuzunun-sormuh şekerinin, laylun bebeğin, plastik topun, tekerli horuzun verdiği mutluluğun zerresine ulaşamaz. Şimdi anlıyorum ki o çerçiciler her gittiği yere at arabası dolusu mutluluklar götürürlermiş.

 

            İlginç bir şey daha söyleyeceğim. O zamanki çerçiciler, köydeki bakkallarla hemen hemen aynı ürünleri satmasına rağmen, hiçbiride çerçicilerin gelmesine itiraz etmez, “Herkes nasibini yer.” diyerek Ahilik erdeminde, bir tevazu ve hoşgörü gösterirdi. Şimdi bir işletmenin önüne garip bir işportacı gelse nerdeyse cinayetle sonuçlanan kavga ortamları oluşuyor.

            Tabiiki aralarında bazı yamuk-yumuk  paragözler çıkardı ama, Sorgun ve köylerinin tüm bakkalları, kahvehaneleri, demircisi, nalbantı, değirmeni, çerçicisi, bohçacısı, zebzecisi genellikle Yesevi çizgisindeki Türk asaleti ve Ahilik kültüründen beslenmiş engin gönüllü esnaflardı. Birden çok bakkal, kahvehane ve farklı dükkanlar olmasına rağmen aralarında hırs ve rekabetin olmadığı mükemmel bir iletişim olurdu.

 

             Şimdilerde aynı edep ve erkanla Ahilik kültürünü en iyi uygulayan gözü gönlü tok esnaflardan Bodrum’da otel işleten Kazım ARSLAN ve Doğan ARSLAN, Ankara’da pastane işleten Okan DOĞAN, fotokopi-faks aksesuarları dükkanı olan Onur Eray ARIKAN, Mavi Otogazın sahibi Tuncay KARAKOCA, oto lastik işletmecisi Ercan BOZKURT, Koçerler Marketin sahibi Hasan KOÇER, spor malzemeleri üreten Utku YILMAZ, peyzaj ürünleri tasarlayan Utku ARSLAN, iş makinaları işletmecisi Vedat ARLIER, Yurtiçi Kargo Acentası olan Sevim DOĞAN, Ostimde inşaat malzemeleri üreten Gökhan DOĞAN, Akdeniz’de restorant işleten Volkan KOÇER, oto tamirinde ustaların ustası olarak bilinen Hüseyin KOÇER, demir perforje işleri yapan Metin KOÇER, tur işletmeciliği yapan Veli ÖZDEMİR, ilaç firması sahibi Hüseyin Şahin DOKUYUCU ve Pet-Shop ürünleri firması sahibi Kemal ve Hüseyin KOÇER kardeşler Türkiye’de dürüst ticaretin sembolleşmiş abidevi şahsiyetleri olarak biliniyorlar ve Yozgatlı kimliğimize heryerde saygınlık kazandırıyorlar.

 

            Bir zamanlar Kışla’nın bazı evlerinde Anadut, yaba, dırmıh, geçgere, dirgen, pulluh, gasnah, külek vs.gibi ufah-defek şeyler yapan usta adamların dükkanı andırır mini atölyeleri vardı. Zor ırgatlık günlerinde geçgeresi gırılan, anadudu sapan, düveninin dişi atan, gözeri gasnağı sökülen, sal gurduran, çeten çattıran, bel gulâa yapdıran, bulgur çekme, duz uğutme daşı dişeten, pıçah nantısı dahdıran bi gağnı adam Aslanın Arif ve Kürtlerin Şükrü’nün başına birikir, sohbet ederlerdi. Yav Aslanın Arif ve Kürtlerin Şükrü öyle bi gağnı, at arabası yapar, öyle bi sal ve çeten gurardı ki, diliniz damağnız apışırdı.

 

Kerkenes Kışlasındaki herkes hanedan, hoş sohbet, mukallit, samimi muhabbetli ve candandı. Evlerine bi gitseydinizde görseydiniz. Sadâacısından Valisine, Bohçacısından Kaymakamına, Deşiricisinden Vekiline, Cinganından Tahsildarına, Hocasından Hacına, Dedesinden Zakirine, Öğretmeninden Bürokratına, makam, mevkii, statü, unvan, itibar ayırt etmeden, herkesi Tanrı misafiri der baştacı olarak ağırlar, kimseyi ekmeksiz-aşsız guvermezlerdi. Yani Gışlalıların ekmâani yimiyen, hatırını, hörmetini görmeyen bir kişi kalmışmıdır merak ediyorum.

 

Onların sitili, helkesi, teşti, ilâani hep galeyli olurdu. Çayı, çay tabağı, mavi çinko çaydanlıhları, isli gazanları, kirpikli zehenleri, pahır ilâançeleri, alemiyon meşirefleri, gül gibi bekmezleri, goruhlu eşgileri, köpüklü çalhamaları, petek gibi yuha ekmekleri, altın yaldızlı gadeleri, Erzurum gaya şekerleri ve hepsinden önemlisi eşsiz güleryüzleri ve emsalsiz cömertlikleri yediğiniz, içtiğiniz herşeyin lezzetine bir lezzet daha katardı.

 

Rahmetlik Babam derdi ki; “Yav Kur’an-ı Kerim’in emrettiği doğruluk, dürüstlük, insana saygı, doğaya sevgi, canlılara şefkat-merhamet, her alanda cömertlik, temizlik, ilgi, bilgi, hörmet gibi saymakla bitmez tüm erdemlerin tamamı Kışlalılarda var. Çevrenin-çehrenin en bilgili en görgülü adamları onlar. Bunların adamları kasketli filozof, hanımları bürüklü profesör, hepsi birbirinden alim, birbirinden bilge. Yav bunlar ne güzel, ne mübarek, ne asil adamlar.” Der, Kışla’dan bir misafiri gelince sevincinden uçardı.

Kışlalılar hayvanlarını bile çocukları gibi severlerdi. Ekin, çayır, ot falan biçerlerken denk geldikleri kuş yuvalarının etrafını olduğu gibi bırakırlardı. Peygamber Efendimizin tarif ettiği merhametlerin en yücesi onlardaydı. Kilometrelerce uzak olmasına rağmen çevre köylerden Kerkenes Dağı’na av için gelen merhametsiz katiller, keklik, tilki, tavşan, kurt ve av kuşları vurabilmek için karış karış ve belalı belalı Kerkenes’i gezer, ama günahı ve vijdanı en iyi bilen Kışlalılardan bir kişi bile ava çıkmaz, öldüreni, öldürmeyi asla kabul etmezlerdi. Şimdi doğa sevgisinden, hayvan haklarından, insani erdemlerden bahseden yüzlerce çevre kuruluşu, doğa koruma dernekleri, samimiyetsiz hayvanseverler gibi hiçbir koruma, kollama ve aydınlatma yapamayan onlarca zoddirik dernek, yüreğinde en içten sevgi ve merhametleri besleyen Kışlalılara gurban olsunlar. Kışlalıların yüreğinden Tuna Nehri gibi merhamet akar, tüm yaratıkları Yaradandan ötürü gönülden severlerdi. Bu asaleti ve fazileti hâlâ sadakatle sürdürüyor, cennet köylerinin itibarını yine her alanda liyakatla yüceltiyorlar. 

Farkındamısınız insani özellikler eğitimle değil, aile edebi ve asaletiyle şekilleniyor. Hiçbir eğitim kurumu, hiçbir akademisyen insana edep, ahlak, vijdan, merhamet aşılayamaz. Bu erdemlerin kaynağı kesinle ve kesinlikle aile asaletinden gelir. Bakın ben size yıllar önce Rahmetlik Babamın büyük bir hayranlıkla Kışlalıların evrensel duygularından, insani erdemlerinden, merhametli yüreklerinden ve tevazu dolu gönüllerinden bahsettiğini anlatıyorum. Uygar Dünya hedefinde aradan bunca zaman geçmesine, bunca eğitim materyali, bunca kitle iletişim aygıtı, bunca koruma kollama derneklerine rağmen, her kanalda, her mekanda şefkatten, merhametten dem vuran, vaaz veren din adamı, ulema, akademisyen falan-filan dambalaklar, her saat günahtan, sevaptan, ayıptan, helaldan, haramdan, anlatıp durdukları halde avcılık yinede çığ gibi büyüyor. Hatta bu samimiyetsiz tiplerin birçoğu avcı. 

Helede dini ve vijdani duygularını iletişimlerinde bile alenileştirip belirginleştiren ünvanlı  sahtekarlarında aralarında olduğu, avcı denen hasta ruhlular yanlarında 15’er kğ’luk birer metre tazılarıyla, 50 metreden kokuyu alıp, kekliğin, davşanın adresini Navigasyon gibi gösteren Gopeylerle yine terör estiriyor, katliam belgeselleri çekiyorlar. Cennet Kerkenes Dağlarında da 50 gram eti için, yavrularına bile acımadan her kuşa, her canlıya vijdanı titremeden kurşun sıkabilecek yaratıkların dolaştığını duyunca kahroluyoruz. İşte Karakocaoğlu Kışlasında tarihten beri bir tane bile hasta ruhlu avcı çıkmadığı bilinir. Bilmem bu köyün insan kalitesi ve has karakterlerini size daha nasıl tarif edebilirim.

Neyse biz bu gönül insanlarını anlatmaya devam edelim. 

Dağda-tepede, ovada, arazide bir kışlalı rençbere, bir çobana, bir köylüye denk gelseniz bir akademisyenle, bir profesörle karşılaşmışınız gibi bilge ve gönülden konuşur, orda bile cömert gönlüyle sizinle azığını paylaşırdı.

Bizim köylü Yâabın Osman diyordu ki; “Gışlanın çobanları bile birer öğretmen, malı-melalıysa talebe gibi duruyo.” Diyodu.   

Gerçekten çobanı, çelteği, çonası bile bir ayrı efsaneydi. Köyün davarını Kurtlerin Satılmış, Gara Haydar, Ösüre Durağan Servet, Sadığın Kemal, sığırınıda Keloğlan Üsüyün, Uyhulu Mahmıd, Memik ve Memmed Çavışın Habip (Şafak) güderdi. Dünya iyisi bu güzel insanlar hayvanları çocuk sever gibi severlerdi.

            Kerkenes Kışlasından Sorgun’a hergün münübüs giderdi. İdirizlili Alirıza’nın ve Gara Hasan’ın vesaitlerine binenler, çuvallar dolusu öteberilerini yüklerdi. O zamanlar ev horantaları çok kalabalık olduğundan alınan nevaleler kilo ile değil batmanlarla ölçülerek satılırdı. Yav o vesaitlere neler yüklenmezdi ki; Tehlizlerle gırma mal yemleri, böyük tüpler, gurbe laylunları, zavarlar, toğomluh zahireler, daş duzlar, canlı canlı geçi, goyun, tavıh, culuh, bodu, şibi, it, çanak-çömlek-kulek-helke-teşt-ilağen-ırbıh-sitil-dirgen-yaba-pahla-pancar daha neler neler... Hem ağır, hem orantısız, hem çok yer kaplayan, hemde zahmeti-külfeti olan bu yüklere hiçbir vesait saabı itiraz etmez, “N’oörsün malın-melalın, horantanın ehdiyacı, mecbur gotüreciik” diyerek saygıyla karşılardı. Yolcuların hepside zaten anlayış gösterirdi. Her münübüsün, moturun, vagınatın içinde geçi-goyun melemeleri, it hırlamaları, bodu-culuh-şibi çığlıhları, gırılmasın diye boyunlarında lamba şişesi asılı adamlar, çocuh ağlamaları daha onlarca trajı komik durumlar yaşanırdı. Ne günlerdi be.., Şimdi yüzlerce beygir gücünde tekerleri ömürlük sağlam pahabiçilmez arabalara, elinizde bir kğ’lık bir nesne bile olsa binemezsiniz, 10 gr’lık bir sipariş gönderemezsiniz.  

Apığın moturda her Perşembe Sorgun’a mal-davar götürür, un uğüdenler, düğün-düzgün gayiti gören, batmanlarla yün alan-satan, zavar uğuden, epiy öteberi alan gonşular vagınata doluşur gidip, gelirlerdi.

Bu köyde görev yapan kamu görevlileri sınırsız bir saygı ve itibar görürdü. Eğitmenler Ali Arlıer ve Nurettin Koçer, Öğretmenler Mıhdat Hoca, Alcılı Halil İbrahim Hoca, İdirislili Mehmet Doğan Hoca, Eskişehirli Abdullah Hoca ve Kayhan BİLGİNÇ Hoca hepside yetiştirdikleri öğrencileriyle gönüllerde iz bırakan ölümsüz değerler.

Yozgat tarihinde ilk kadın muhtar Pempe Candaş ablamızdır. Kışla için yumruğunu masaya vurdunmuydu köye hizmet akardı. Eskiden muhtarlara Kâyâ denilirdi. Nasıf Kâa, İzet Kâa, Satılmış Kâa, Cemal Kâa, İsmail Kâa ve Durak Kâa bölgede en sözü geçen efsanelerdi.

            Bozok Platosunda en çalışkan ve en saygıdeğer muhtarlar hâlâ bu köyden çıkar. Saygı ve nezaket abidesi kimlikleriyle diplomasi dilini en iyi bilen ve her kurumda kabul gören Yusuf Candaş, Hasan Arlı, Abdullah Koçer, Gazi Bozkurt, Özdemir Candaş, Kemal Aras, Hüseyin Arslan, Cabir Şahin, Musa ARLI, Gazi ARLIER, Abdurrahman Koçer ve Haydar Koçer, herkese örnek hizmetleriyle hem köylerini hemde çevrelerini güzelleştiren, emek ve eser sahibi değerler. Hepside Kışla için canla başla çalıştılar ve hâlâ çalışıyorlar.

            Zaten Sorgun’da Haydar KOÇER’e Muhtarların Kralı deniliyor. Bu güzel insan Dünyanın en misafirperver, en hoş sohbet ve en derya gönüllü insanı. Başarılı, üretken ve vizyoner projeleri var. Herkes onu yardımseverliği, cömertliği, samimi üslubu ve babacan yüreğiyle tanıyor. Köyünün muhtarlığını yaparken, halkını ilgilendiren bürokratik gelişmeleri, Resmi mevzuatları, sağlık, ulaşım, sosyal güvence ve zirai takvimleri iyi takip ediyor, detaylı bilgilendirme yapıyor, hem köyünü-köylüsünü, hemde çevresini çok nitelikli aydınlatıyor.

Hizmet ve projeleri Sorgun ve çevre ilçelerin tüm muhtarları, belde belediye başkanları ve hatta bazı illerin yerel yöneticileri tarafından örnek alınıp, örnek gösteriliyor. Haydar KOÇER’in kendi gibi asalet sahibi, misafirperver, hatır-hörmet-izzet-ikram sahibi hanımı Sultan KOÇER ise tam bir asalet abidesi. Ankara’da olduğu gibi köyünde de gelen giden her misafire üşenmeden sofra kuruyor, erdem ve asaletiyle köyünü-köylüsünü yücelterek ağırlıyor, uğurluyor.  

            Tarihçi Yazar ve Görsel Tasarım Sanatçısı Funda GÖKÇEN Hoca diyor ki; “Karakocaoğlu Kışlası Bahar Şenliği ziyaretimde oturdum ve saatlerce Sultan KOÇER ablamızı izledim. Misafirin biri geliyor, biri gidiyor. Hiçbir misafiri yemeksiz, çaysız, ikramsız göndermiyor. Abartısız söylüyorum on kez yemek sofrası kurdu. Biz dahil on kişiyi aşkın yatılı misafiri vardı. Tuz diyorlar o koşuyor, su diyorlar o koşuyor, tabak, çatal, bıçak,peçete, bardak diyorlar kirmen gibi dönüyor. Hepsinden önemlisi yüzünde bir zerre bıkkınlık, yorgunluk, asıklık yok. Hep Güleryüz, hep izzet, hep ikram. Böyle bir asaleti kim tarif edebilir ki ben tarif edeyim.” Diyor.

Yıllar önce Avrupa’ya göçmelerine rağmen gönül bağlarını hiçbir zaman koparmayan, köyünden, köylüsünden, hemşehrilerinden yardımlarını esirgemeyen çok cömert Kışlalılar var. İsmet Arlıer, Reis Aras, Ali Aras, Ali Doğan, Sami Bozkurt, Çelebi Bektaş, Ali Arlıer, Gürsel Arlıer, Nuri Aras, Niyaz Karakoca, Veysel Özdemir, Abidin Özdemir, Burak Candaş, Ali Şaşmaz, Cihan Arlıer, Özgür Arlıer ve Aydın Arlıer içlerindeki memleket sevdası, cömert gönülleri ve saygın karakterleriyle hem Kerkenes Kışlasını, hem de ülkemizi yurt dışında liyakatla temsil ediyorlar.    

Milli ve dini günler çok coşkuluydu. Yav helede şu Ramazan günlerini ben size nasıl anlatayım. Bu mübarek günlerin neşesi ve paylaşımı mükemmel ötesiydi. Herkes pişirdiği yemeği komşusuyla paylaşır, birbirlerini sofrasına davet ederdi. Akşamları eşgilenen hamırlar sahur vakti tandır evlerinde saca döşenir, öyle bazlamalar, öyle çörekler edilirdi ki; birde duzlu tereyağyınan yağlanınca ey gurbannar olduğum… Zaten yanında gaysi, erik, armut, elma hoşafları olur, şimşir gaşşıhlarınan da tumdunnuydu vay anam vay..

Zöhürde tenekeyi Topal Oğlan Muharrem Kâa çalardı. Geceyi delen teneke sesine it ürmeleri, eşşek anırmaları, inek hoörmeleri, at kişnemeleri ve horuz ötüşleri de karışınca Kerkenes Kışlası adeta düğün yerine dönerdi.

Ula gurbanınızım hele şu dillere destan düğünlerimiz… Bizim oraların düğünleri sadece düğün evine değil, tüm çevre köylere mutluluk saçardı. Abbas Dayı elinde hâbeyinen okuntu dağıtmaya başlayınca, anlaşılırdı ki çok yakında bir düğün olacak.

            Ohuntu dağıtma ve Hâbe Dönderme ritüeli herkesin anlayış ve saygı gösterebileceği bir incelik isterdi. Ayrıntılarına gelince; konu-komşu, eş-dost, uzak-yakın akrabalar, köy büyükleri, resmi görevliler hepsinede ölçüt, statü ve kriterlerine göre hediyeleri ayarlanır, layık görülen hediyeler, muhtemel bir kınama yada olumsuz eleştiri almasın diye hassasiyet gösterilirdi. Okuntu dağıtımından gün almaya, kesim kesmeden gayit görmeye, bayrak galdırmadan düğün ekmâane varana gadar tüm kategoriler bu stratejileri en iyi bilen akil böyüklere danışılarak belirlenirdi.

            Hâbe Dönderme hedâayeleri genellikle gahama, hısıma, öre-koke bodu-culuh; ebil-gobul olunan sınarlara şibi, tavıh; gonu-gonşu-ehbap-erkana bi galıp sabınnan, 1 metiro çit olarak tespit edilirdi. Ona-buna ve ötâalerinede bi goşam gabıhlı fısdıh, sormuh şekeri, gırıh leplebi, sarı üzüm, gara üzüm, gınalı şeker vs. gibi gibi öteberilerden teşkil kuruyemiş karışımı, Ohuntu adında verilir düğün daveti gerçekleştirilirdi. 

            Okuntu merasiminde küs olsun barışık olsun kimse unutulmazdı. Adı okunan herkes, “Allah hayırleylesin” der, bir sürü geleni gideni olacah düşüncesiyle düğün günlerine rastlayan tüm ağartı ve sağanlarını düğün evine iletirdi. Herkes ama herkes düğün sahiplerine moral vermek için “Allah gınıyanın başına versin yavrım, düğünün gusuru çoh olur, gormiyecaaniz, duymıyacaaniz” diye bugün bile en eğitimli insanın gösteremeyeceği erdem ve tevazuyu gösterirdi.

            Eskiden köy yerleri çok asaletli insanlarla doluydu. Düğünlerde, düzgünlerde kaba-saba, anlayışsız, hoşgörüsüz bir kişi bile çıkmazdı. Çıksa bile herkes tarafından kınanır, ayıplanır, anında dışlanırdı. Herkes evlilik müessesesinin kutsiyetini bildiği için sonsuz ve sınırsız bir saygıya bürünür, gelin, damat ve düğün sahiplerine gönülden en samimi dualarını yöneltirdi. İşte bu yüzdendir ki, köy evlilikleri bir yastıkta kocar, bir yastıkta ölür, sadakatli törelerle süslü kutsal güzelliklerle dolar ve temelleri hep sağlam olurdu.

Ula bek zorlu haley çeken adamlar vardı. Yav o düğünlerden birine denk gelseydinizde  Seyidağanın İsmet’in, Üsüyün Ağanın Gamber’in, İsmail Kâanin Günaydın, Üsüyünün Ihsen, Yusufun Hasan, Gara Şekirin Turgay, Satılmış Kâanin Mısdafa ve Esat’ın bi haleylerini görseydiniz ağzınız açıh izlerdiniz. Yusufun Hasan, Çahıcı Irıza ve Üsüyünün Ihsen hem iyi haley çeker, hemde muazzam türkü çığırırlardı.

Kadınlardan da düğün geleneklerini en iyi Hürünün Gelini Fadime ve Haydar Hocanın Gızı Gülhatın bilir, haley ve türküleriyle orayı şenlendirirdi.

Gurbanınız oluyum bu köyün malı-melalı, atı-eşşâa, iti-kedisi bile bile ayrıhsıydı. Mesela Habil Dayının bi eşşâa vardı ki bildiğin zehir.. Habil Dayı milletin gözü değer diye o eşşaa dışarı bile çıkartmazdı. Bek tavatır, bek zorluydu. O eşşek bi anırdınnıydı koyü zingirdedir, yanındaki yakınındaki tüm adamları apırcın eder gôodelerini titiredirdi. Mübarek anırırken hani o ara Es’lerdeki hıçkırıkları var ya, hah o Es’ler aynı kağnı gıcılaması gibiydi. Hele birde keyfi yerindeyken anırsın, o efsane sesinin gürlüğü tâa Alcı’dan, Şarmatlı’dan, Sarâacılı’dan, Goyunculu’dan duyulurdu ki; onu duyan herkes “Bu eşşek ya Habil Kâa’nin ya da Nurettin Hoca’nın” diyerek gıyaben adını-ününü bilirdi. Hatta Sorgun’dan Sarıkaya’ya, Yozgat’tan Şefaatli’ye kadar bu eşşâan namını, sıtarasını bilmiyen yoktu.

Havluda-hayatta, bağda-bosdanda o eşşek anırmıya başlayıncı Habil Dayının Hanımı; “Cehennemin dibiiii, babanın bekini yiyesice donuz şikirsiz kâfir, ne anırıyon“ diyi ha bire kızardı.

            Nurettin Hocanın Eşşekte bek zorluydu. O’da muazzam anırırdı. Anırmıya bi başlasın isdersen gafasına, gulağana, burnuna, avurduna 70-80 diynek döşe gine susduramazdın. Hıçkıra hıçkıra bi anırır, Haydn’ın, Mozart’ın, Beethoven’in, Chopin’in, Vivaldi’nin Sol Majör  Konçertoları gibi ritmik olarak yavaşlar, yavaşlar gür bir şekilde tekrar sesini en yüksek perdeden yükselterek bi daha anırırdı. Eğer o eşşek kapalı bir yerde ya da ahırın içindeyken anırsın, meydanı mala-davara, goyuna, guzuya, tavâa cücâa dar eder, alayıcıınıda cin pıtırah ederdi. Yav öyle bi ses, öyle bi desibel olamaz, mübarek gemi gornası gibiydi. Süsdürmek için on ton zopa çek, anırmasını gine kesemezdiniz.    

            Nurettin Hoca’nın Eşşâa bi de şöyle annadıyım. Hani İngiltere Kraliyet Sarayındaki törenlerde binilen gamıyon böyüklüğündeki Gadana Atları var ya, hah işte o Gadanalar o eşşâen yanına sıpa gibi kalırdı. Heybeti, azameti öyle bi ürkünçtü ki, onun geçtiği gıyıdan-gırandan millet gaçışır, avrat-uşah, çol-çocuh apırcın olur, telaşeynen sağa sola ılgayıp yol açarlardı ki bizi depeliyecek diyi.

            Bu cins eşşeklere yörede “Gırbız Eşşâa” denirdi. Aslında 2,5 metrelik bu devasa hayvanlar diğerlerinden çoh daha heybetliydi ama Kıbrıs türü bu eşeklere uzun bacakları, azman yapıları ve sivri sırtları nedeniyle zor binilir, zor zapdedilir, birde semer ne vurursanız apartumana çıhmış gibi ürkek olurdunuz. Bunlara elleşerek seklem atmak da imkansızdı. Birde hem galp, hemide bek inatlardı. İlk bindiğinizde çoğu gotatar, depenizin üsdüne düşürürdü. Yani bekde midane edilen türlerden dealdi, en iyisi gine bizim oranın eşşekleri, gurban oluyum bizim oranın eşşeklerine..  

İşte Habil Dayının eşşekde Gırbız türüydü. Çoh çılgın, çoh deli, zıpkın gibi bi azmandı. Semeri vuruncu bildiğin gökdelen gibi azmanlaşırdı. Habil Dayı o eşşâa nası biniyosa, geçtiği yerleri titiredir, zingirdedirdi. Eğer milletin üstüne sürsün dinime imanıma o eşşek gözünü bile kırpmadan adamı depeler ezip geçerdi. Zaten yolda-belde millet Habil Kâanin eşşek geliyor diyinci apar-topar evlerine gaçışır, şahır şahır gapıyı-peceyi kitlerdi.

Gasim Hocaalinen Nasıf Kâalinde muazzam oküzleri vardı. Bek muazzam harman kaldırırlar, onların oküzleri bi moturun çektiği yük gadar sap çeker, babayiğitlikleriyle görene Maaşallah dedirtirdi. 

            Hamdi Kâanin Gağnı ise siren sesi gibi gıcılardı. Mazılarına Zabınnasına doldurduğu soba kurumundan, acıyağdan ve vıhramış yoğurttan sürdünnüydü o gıcılamanın sesi tâa Kohne’den duyulurdu. Hatta Osmanpaşa Tekkesinde bi adam gulâanı vermiş ve dimiş ki; “Durunhele uşah dinime imanıma bu Gışlalı Hamdi Kâa’nin gağnı, aynı cangurtaran sireni gibi yanıh yanıh gıcılıyo” dimiş.

            Hamdi Kâa’nin sala yüklediği sapa Anadut yetişmezdi. Tabiiki bu gadar yük oluncu sık sıkta ya tekerin çemberi atar, ya kopü gırılır, ya zelvebağları çıhar türlü türlü arızalar verirdi. Ginede mübareğin eli bek uz, işi bek tavatır olurdu.

Nasifgilin Şafağan oküzlere gelince… İddia ediyom onlar Amerikan Buffalolarından daha guvvatlıydı. Onların kağnıya yüklenen sapı, samanı, seklemleri şimdinin moturu, makineleri, gamıyonları bile çekemezdi. Bek temiz iş görürlerdi.  

Nurettin Hocanın Mırat, Nasifgilin Gadir, Kürtlerin Elvan, Çil Sefer ve Cemalın Durağan’da goşutları vardı amma gağnı sağlammı, at arabası tekmilmi, tekeri, çemberi, oku, terbiyesi, yan gayışları, hamıtları, şinayları, makası, marhası ayarlımı; boyunduruğu, zelvesi, mesesi düzgünmü, sal genişliği nasıl, çeten çapmı, hezenler orantılı heç bahmazlardı.

            Kerkenes Kışlasının dağı bayırı, yazısı-yabanı yakut gibi yemyeşildi. Aşşâa yeliynen efil efil uğurlenen nimetlerle dolu bereketli tarlalara herkes dua ve şükürle yaklaşır, kazançlarını gariple, gurebayla çok kanaatkar paylaşırlardı. Buranın ekini, üzümü, armıdı, gaysisi bek tavatır olurdu. Keloğlan Üsüyün, Gasim Hocanın Abbas, Tozlu Muharrem ve Çolağan Durağan bağ ve ekin bekçilikleri döneminde hadi erkâaseniz tarlıya-tapana bi mal-melal ılgadın. Bırakın mal melal ılgatmayı, garga olsanız gonamazdınız.

Okullarda o zamanlar Yerli Malı Haftası, Bahar Bayramı, Gezi Kolu, Sosyal Etkinlikler gibi öğrenci organizasyonlarında ortak sahalarda okul buluşmaları olur, spor oyunları ve yemek ikramları olurdu. Karakocaoğlu Kışlası Köyü ve Alcı Köyü İlkokulları olarak Dıraz Yerinde buluştuk, yemeklerimizi paylaştık, spor müsabakaları yaptık, hediyeler alıp verdik ayrıldık. Bizim koyün uşâa tavatır futbol oynar, Gışla’nın uşâa ise bek tavatır guleşirdi. Bizde bohluhda-kullükte çoh guleşdik amma Gışla’nın uşâa boynumuzun kütüğünden dutuyo, depemizin üsdüne koteliyolardı. Alayıcıımızıda enilediler. Zatin çevrenin en namlı güreşçilerinden Ihsen Pehlivanda bu köylü. Onun sırtını yere getiren bir babayiğit daha çıkmamış. Gaç gişinin hotunu, gıçını, eyâasini gırmış, belini bıhınını sapıtmış.

            Kışlanın adamı çevrede hoş sohbet, hatırnaz, şakacı, birbirlerine karşı latif, çok arif ve anlayışlıydı. Bu datlı adamlarda dayanışma, yardımlaşma, hatır, hörmet ganidir. Mizahi espri ve enstantene standartlarının kalitesine kimse erişemezdi. Fıkralara taş çıkartan enstantenelerini bi duysanız, helede Efsane Başkan Refik ARAS’ın şakaları ve hatıralarını bi dinleseniz gülmekten ölürsünüz.

            Biz yine eski Kışla’dan anlatmaya devam edelim. Bizim köylü Tostul Şekire’nin Gişisi Hacı Kâa, Cemalın Durah’dan bi goç almış. Eskiden Sorgun’da Ahilik çizgisinde çok kaliteli esnaflar vardı diyoruz ama, fırsatçı, tefeci ve gazıhçı olan imansızlarda unutmamak lazım. Adam düğün yapacak, altın alacak, kayıt görecek, derbederin elinde avucunda bişey yoh. Norecek 5 katınada bulsa bu tefecilerin haraççıların eline düşecek. Birgün Sorgun’lu gazıhcı sarraflardan biri, gine gendi gibi gazıhcı pırtıcı ve toptancının biriyle güze veresiye verdikleri alacahlarını almak için Alcı’ya gelmişler. O zamanlar biçareler tüm hortantasıynan yazıda-yabanda ırgatlıh işler, çalışır, didinir, gazanır alayıcıınıda bu tefeci esnaflara öder ginede borçlu galırlardı. El-alemin içinde düğün-düzgün çaresizliğiyle bînaçar aldıkları borç öteberiler dirliklerini tiken ederdi. O gün bu fırsatçı ve alacahlı tefeciler tahsil için gelmiş, milleti sıhışdırırken, Camalın Durağan Goçda arhadan gelip o sarrafı nası kaharsa 2 dene eyâasi birden gırılmış. Soluğu sapmış, hotu çıhmış. İki saat gotünü dutmuşlar gine gendine gelememiş.          

Yav şu Malaklı ve Kangal Köpeklerinin adı çıkmış. Siz Nurettin Hocanın Abdurrahman’ın, Gasim Hocâalin Memmed’in, Mısdığın ve Güccoğlanın Hasan’ın itlerini gördünüzmüde Malaklı, Kangal deyip gonuşuyonuz. Yazıda, yabanda başga koyün tortlu tortlu davar itleri bunlara ikişer, üçer birden ılgar, guyruğunu gısdırıp gaçarlardı. Adını, cinsini, huyunu duyan herkesin hayran olup imrendiği bu itlerin ünü bırakın Kışla’yı, nerdeyse Sorgun’u bile aştıydı. Kerkenes’in öteyüzündeki köylerden bile müşteriler gelir, kimi 3 davar veriyim, kimi dana veriyim, kimi para veriyim der o itleri alamazlardı.

Helede Pempenin Çolah Ortadoğu’nun en namlı itiydi. Eşşek gadar cenevarı yıhıp haşat etmiş derlerdi. Gasim Hocaalın, Nasıfgilin itleride bek guvvatlıydı. Onların itlerin cinsi neyise boğuşa ılgarken ötâa itleri ipdi döşüynen yıhar öyle öyle tumarlardı. Kotü itleri ağızlarında sallar sallar galdırır kotelerlerdi.

Güccüoğlanın Hasanın da Çağ Guyruh diyi bi iti vardı, gamıyon gadarıda amma ne davara gider, ne yerinden gahar, ne de gelen gidene bi vaf derdi. Boşa yal yiyen galp bi itidi.

            Kurtlerin Satılmış’ın ite gelince, onun ünü Bozok Platosu’nu bile aştıydı. Sahibine sadakati, sürüde üstlendiği görev, evde-harmanda-yazıda-yabanda pür dikkat titiz hassasiyeti, verilen yumuşlara riayeti, çevikliği, ataklığı, hersi ve akılalmaz yetenekleriyle tek başına bir ordu gibiydi. Bu sadakat abidesi efsane ite saabolmah için çevre köylerden onlarca talip uçuk tekliflerle Satılmış Kâanin gapısını aşındırırdı. Kimi goç veriyim, kimi tosun veriyim, kimi tarla veriyim der alamaz, hepsininde eli boş dönerdi. Çünkü Satılmış Kâa “Ben bu iti dünyalara değişmem, o benim en sadık dostum.” derdi. Hatta 3 pıçah çeken bi  motur veriyim demişler vermemiş o iti.

Kürtlerin Satılmışın güttüğü goyun, geçi, şişek, tohlu dana gibi olurdu. Adeta bir veteriner gadar bilgiliydi. Onun üzerine çoban, onun üzerine baytar yeryüzünde görülmemiştir. 

Köye ilk moturu İsmet ARLIER, Gazi ARLIER ve Abdullah KOÇER getirdi. Ortak olarak aldıkları 65’lik Mesaris tam bir efsaneydi. Daha sonra Kemal Ağanın Durah bi Türk Fiyat aldı. Motur saapları milleti vagınatlarına bindirir Sorgun’a Perşembiye götürür getirirlerdi. Bu köyde hiç dağermen olmadı. Motur gelmeden önce seklem yüklü 6’şar, 7’şer eşşek heyetleriyle ya Alcı’ya, ya Dediğe, ya da Şarmatlı’ya giderlerdi.

Kışlalılar okuyan, üreten, öğreten, yüzleri batıya dönük, cumhuriyet değerlerine bağlı, Hace Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş-ı Veli çizgisinde asalet ve sadakatle dolu bir Türk-İslam inancına sahip asri insanlardı. En adil, en asil ve karakteri en yüksek insanlar bu köyden çıkardı. Gasim Hoca ve Nurettin Hoca çevrenin en bilge en itibarlı din alimleriydi. Allah korkusu yerine Allah sevgisinin hakim olduğu en gerçek ve en samimi inancı onlar öğretir, uygulatırlardı.

Biliyorsunuz ki inançtaki samimiyetin en belirgin göstergelerinden biriside Zekattır. Bu köyde herkes ölçüp biçer, zekatını verir, mazlumu, mağduru, fakiri, düşkünü ilk onlar görür, ellerinden tutardı. Doğayı, insanı, canlıları yürekten sever, korurlar, hak ve adalete çok büyük önem verirlerdi. Küçücük çocukları bile bilgi, adalet ve asalet yüklüydü.   

Alternatif tarım teknikleri geliştirilmediği ve zehir yüklü zirai ilaçlar keşfedilmediği dönemlerde Kerekenes Dağı çok endemik türler barındırırdı. Farmakoloji, toksikoloji, kozmetik ve tıbbi aromatik bitkiler kategorisinde aranan en nadide çiçekler, otlar burada bulunurdu. Doktorun, hastanenin, sağlık ünitelerinin yok denecek kadar az olduğu o dönemlerde çevrede nam salmış tüm halk hekimleri ordan topladıkları otları şifaya dönüştürürdü.  

İşte Kışla’nın da halk hekimliğinde isim yapmış efsane mütehassısları vardı. Mesela Gara Hacca Bibi milletin gulucunu gırar, belini çekerdi. Gıçı gırılan, hotu sökülen, dirşağ bükülen, omuzu çıhan, inciği çatlıyan herkes bölgenin sınıhcısı ve ortepedi mütehassısı Gasim Hocıya, Atem Çavış’a ya da Etem Kâa’ya gelirdi.

Tedaviler nasılmı olurdu?... Mesela golun veye gıçın gırıldı Atem Çavış’a geldin diyelim. Atem Çavış kırılan kolu, bacağı, beli her neyse ipdi bi oyannı, bi buyannı göz kararı gıvradır, sağa-sola büker hartadan yerine otuttururdu. Onuda yımırtayınan, bekmezinen, çalmayınan bi melefiye dolalı tahtalarınan sarar guverirdi. Duşgası gırılan, gafası yarılan, yaarnı inciyen, daha doğrusu en ufah bi ortopedik travma geçiren ipdi Gasim Hocıya ya da Atem Çavış’a gelirdi.

Diyelimki Eyâ gemiklerinde bi sızı var, bi yerine bi baba çokmüş, depen ağrıyo, hotun gırıh, elin-ayağan titiriyo, yağarnın gicişiyo, gooden bozulmuş, guluç kahmış, yürâan bulanıyo, garnın ağrıyo norecean?...Duracah vahıtmı… Hemen bu alemde tüm eczacılardan, farmakologlardan, toksikologlardan ve hemetologlardan daha bilgili ve isabetli teşhisler koyan Gadının Gelini Fadimiye gelecean… O size dağdan daşdan topladığı otunan, çöpünen, tikennen, gabaldızınan bi ilaç hazırlasın, nerenize bi baba çöktüyse derhal iyi edip guvermezse ben neyim…

Hadi diyek ki depen ağrıyo… Gafan gazan gibi. Hocalara ohuduyon geçmiyo. Böyle durumlarda norecean derhal çitime yapdıracaan.. Eee.. Bu hastalıhların tohduru kim. Elbetteki Dedenin Gızı İmmihan… İmmihan Nene paslı cilatınan depeni oyannı bu yannı baaddırı baaddırı cıcıh cızıh cızar, oyannı buyannı keser, ala ganlı gapıp goyurur ibdi Allah soona bibişeyin galmazdı.

Bu saydığım hekimlerin heç biride kimseden para pul almaz, dünya malına önem vermez, garibi-gurebayı duası karşılığı tedavi eder, çaresiz insanlara hep moral ve umut verirlerdi. 

Kerkenes Kışlasının ve çevre köylerinin diğer sağlık sorunları da emin ellerdeydi. Gözünde it dirsea çıhan, gızıl yurük olan, ağrısı dutan, gafasını çititmek isteyen, yel giren, bulgurlamıya dutulan, pahır basması gereken ya da bi yerine bi baba çöken tüm mağdurlar Gadının Gelini Fadime, Dedenin Gızı İmmihan, Selvi Garı ve Tohatlı Fadimiye gelir, miyane olur gurtulurlardı.  

Hadi Gızılyurik oldun. Avurdun boynuna aşşâa şişip geliyo. Gôoden keçeşmiş, yaarnın titiriyo.. Doğru neriye gidecean, heç zaman gaybetmeden derhal bu alanın uzman mütehassısı Gara Haccı’ya….. Hacca Bibi ipdi tavanın altını gızdırır,bi melefiye sarar, Gızıl Yurük olanın suratına coss diye basar, epiy bi parpılar ve şarpadan tukürürdü.

Ya da gözünde İt Dirsaa çıhtı diyelim. Onun tedaviside hemen hemen aynıydı ama bu alanın en uzman mütehassısıda Dedenin Gızıydı. Tukürüğü bek iyi gelirdi. Gapısına günde en az 3-5 kişi birden tukütdürmiye gelir, gurtulurdu.

Çocuğu olmıyan avratlarda belini çektirmek, eyâalerini bağlatmak için Jinekolog Selvi Garıya giderlerdi. Selvi Nene goca bi daşınan hasdanın guluçlarını düver, urgannan goşmıya asar, belini çekerdi.  

Diyelim ki durup dururken buğazına bi baba çoktü. Bademciklerin şişdi yutgunamıyon. Noreceğan. Doğru acil servislere bahan Hediye Ebe’ye gideceaan, parpılatdıracaan ve bademciklerini ezdirecean.. 

Mal melal gayboldu diyelim. Dar aaşam olmuş eşşek yoh, dana gelmemiş, millet yadırgısını seçmiş sizin davar gayıp. O yannı bu yannı aradın bulamıyon.. Norecean aval aval oturacaannı. Garannıh çökmeden hemen Ali Havız’a gidip Gurt Ağzı Bağlatdıracaan. Duracah vahıtmı lâ.. Hadi cenevar gırarsa.  

            Yav dişçi deyince benim hâlâ bacahlarım titirer. O nasıl bir cesaret, kelpetenle, penseyle o nasıl bir çekme ve tedavi yöntemi, o ne çılgın bir müdehale anlatırken bile tüylerim tiken tiken oluyo.

Helede bizim oyannılarda 1980’lere gadar palabıyıh bi dişçi gezerdi. Ula o imansız namısız nerden gelirdi bilmiyom amma çocuh, böyük, avrat-uşah kimin dişi ağrıyosa ulum ulum uludur, bas bas bağıddırarah elindeki demir kerpedennen ne gadar dişi varısa çeker çeker kotelerdi. Melim melim meledirdi milleti.

Zaten o zamanlar heryerde halk sağlığı konusunda kafasına göre teşhisler koyup, tanı ve tedavilerini ahmak cesaretiyle uygulayan ilginç ilginç tipler dolaşırdı ortada.

Zannediyorum Akdağ tarafından gelen Halil Kâa ve Hamza Kâa adında gendilerine dişçi diyen iki zalim vardı. Alcı’da bizim odada da kaldılar. Elerinde meşin bi çanta, içinde paslı kerpeten ve penseleriyle köy köy dolaşır diş çekerlerdi. Adamın ağzında iltihap mı var, enfeksiyonel durumlarmı var, şekeri, tansiyonu mu var, kalp sağlığı yerindemi, yaşı, kilosu, kan değerleri, omurga yapısı uygunmu, zayıfmı, şişmanmı, hastamı sayrımı hiçbir kriteri umursamadan kaç tane çürük, çarık sorunlu dişi varsa hepsinide o demir kerpetenle çekip çekip kotelerlerdi. Üstelik o paslı pense yada kerpetenle çektikleri alanı dezenfekte bile etmeden oyuh yere kirli bi çapıt deper “Haydi geçmiş olsun.” deyip guverirlerdi.

Yav o zamanki insanları Yüce Yaradan daha bi şefkat ve merhametle koruyordu ki galiba. Allah’tan ellerinde ölen, sakat kalan, müzmin hastalıklara yakalanan kimse olmadı biliyorum. Şimdi olsa o adamların tipini, ellerindeki paslı penseyi-kerpeteni, tornavidayı bile gören travma geçirir, akıl sağlığı bozulur, titireme dutar, olan olmayan tüm deprosyonik ataklar depreşir, adeta gudurur gider..

Get yav başga şeylerden bahsedean. Nerden hatırlatdınız böyle şeyleri. Konuyu değiştiriyom…

Gışlalılar eli-yüzü nurlu, üsdü-başı tertemiz insanlardı. Yav ne temiz, ne titiz, ne tirentez horantalar olurdu. Evlerde musluk, şebeke suyu, elektrik, buzdolabı, vs. gibi medeni nimetlerden hiçbirisi yoktu ama pırıl pırıl avlular, biyaz badanalı evler, toprak kokan hazın damları, ağaç goşmalar, çitilgili siyeçler, loolu damlar, kulleli tandırlar, üzüm çiğneme haftları, sohu, seten, haymalıh hepsi kusursuz ve düzgündü.   

Ahırda, tarlada, bağda, bahçede toprakla, çamurla, külle, gubürle hemhal insanların üstleri, başları, goynekleri, mintanları, sahoları, fisdannarı, bürükleri, atgıları elleri, yüzleri hep tertemizdi. Köy çeşmelerinden ağır helkelerle, boyunları süne süne taşıdıkları sularla harikalar yaratırlardı. Şimdiki ojeli, boyalı, röfleli avratları o zamanın şartlarındaki bir Kışlalının evine guveraceğan, dinime imanıma 4 günde o haneye bit düşürür. O kadar harman-hasat, ekin-ırgat, mal-melal işleri arasında bile pırıl pırıl ve tertemizdiler. O tozun, gubürün içinde toplular tertemiz, gapılar, peçeler apacer dururdu.

Zabağnan gahıncı döşşekler deşirilir, evler görülür, gapı peçe çalınır, gıyı-gıran derlenip toparlanırdı. Sığırı sürü sürmez havludahı mal gurbesi hemen duvarlara yapma yapılır, tarlaya, bosdana gidilirdi. Zabah ekmağni evde yimessen, azzığna gon, çıhılan, kurağne, gazmana dahan doğru tarlıya..

Yozgat ve köylerinin nerdeyse hepsi 70’li yıllara kadar kara yapı dediğimiz üstü bişirikle kapalı, sıvasına kadar her yeri toprak, dam evlerden ibaretti. Gağnılar, at arabaları, moturlar, makineler girebilsin diyi çift kanatlı çatalkapı ve yanında küçük bir cümle kapısı olurdu. Kapıların tokmakları, demirleri, sürgüleri, zerzeleri, dayahları hepside Selçuklu motiflerini taşır, eğer evin saabı Hac’ca gittiyse tamamen yeşile boyalı kapısının üsdünde beyaz ay-yıldız olurdu.

İçinin döşengisi ve aksesuarlarından tut, dışının görüntüsüne kadar zengin evide, fakir evide hemen hemen aynıydı. Kimse kimseden çok daha zengin yada gösterişli değildi. Bu yüzdenmidir nedir, herkes herkesin evine gönül rahatlığıyla sığar, sıkılma, mahcubiyet ve utangaçlık hissetmezdi. Çamur sıvalı kerpiç damların muhabbet ve samimiyetinin insan gönlüne ne kadar hoş geldiğini hepiniz bilirsiniz. Şimdi zengin malzemeler ve türlü yapı teknikleriyle yapılan beton evlerin hiçbirinde bu sıcaklığı bir kimsenin dahi hissettiğine inanmıyorum.

Bu toprak evlerin aksesuarları da ne; tahtalı veya seki dediğimiz bir yükseltinin üzerine serili bi çul, birkaç çapıt minder, yere bir ucuz kilim, duvara çakılı gelinlikten kalma Isparta halısı, döşşeklik veya yüklük dediğimiz peykede üst üste dürülü yorgan-döşşek-küstüm yastığı, misafir geldiğinde serilen allı-gullü iki yün minder, işlengi ve süslü öteberilerin konduğu kapaklı-kilitli sandık, gelin odasında bir gomüdün, bir garuülle, bir büfe, işlengiler ve ana falan olurdu.

Mutfak diye zaten bi yer yoktu. Onun yerine hemem hemen evde helkelik veya bıcahlık denilen basit bir rafta üç beş tane pahır zehen, bir sitil, iki helke, bir veya iki guşşene, 2 ilağançe, 1 teşt, 1 ilağen, 1 boduç, 1 gôodesi cemberli, ağzı gazzıhlı ağaç bardah, 1 desdi, 1 meşiref, 2 tas ve şimşir gaşşıhlar için dikilmiş asılı bi gaşşıhlıh varıdı. 

Evin ortasında sağı solu delik teşik teneke bi soba; yanında gurbe laylunlarıynan kesmik, tezek, yapma, kerme, guru çitilgi, mahatın, tahtalının altında bi el ilağni ve bi ırbıh, gapının ardına asılı bi peşgır olurdu. Zengin-fakir her evde umumi varlık bunlardı. Veya en fazla bunlara ilaveten unuttuğumuz bir veya iki küçük ek aksesuarlar daha olabilirdiki genel  döşengi böyleydi.

            Bu mütavazi duruma rağmen, hane sahipleri düğün alayı gelsin, isterse oba-ordu konaklasın, sayısına, zahmetine aldırmadan hepsinide ekmekli aşlı, çaylı gayfeli ağırlamaya yeltenir, ikram için apırcın olurlardı. O zamanki misafir ve sayısı tamamen bolluk ve bereketin sembolü olarak görüldüğünden, her gelen misafir şereflendirdiği hanede konuk kimliğiyle  başlara taç edilir, ağırlandıkları her mekanda sınırsız izzet, ikram, hatır ve hürmet görürdü. Asalet dediğimiz erdemde işte böylece kendiliğinden ortaya çıkmış olurdu. 

            İşte bu içi muhabbetle, mutlulukla dolu çamur sıvalı kerpiç yapıların efsane ustaları ise Aslanın Arif, Devrişin Memik ve Eyibin Sadıh’tı. Haşimin Seyit, Çil Sefer ve Culuh Seyit’te hem dam, duvar, gapı, peçe yapar, hemide muazzam pınar çıharırlardı. 

Bu güzel insanlar kardıkları bol samanlı çamuru, geçgerelerle çekip, tahta kalıplara döker, kestikleri kerpiçleri haftalarca gurudur ve öyle düzgün, öyle orantılı yapı ve duvar örerlerdi ki, Rönesans Avrupa’sının mimarları bile onları görse kıskanırdı.

Yaptıkları ev, ahır, samanlık, tandır evi, kulle deliği, depe deliği, oda, kôm, sedir, çırahmanlık, pöhrek, pınar, eşme, helgir, guyu, tahdalı, ağreç, ahraç, guzuluh, bızağlıh, pine, hazın damı vs. gibi yapı ve müştemilatlar kesinlikle çevrede emsalsizdi. Bağ-bahce gıranlarına daş duvarlar, vurulan siyeçler, depe delikleri, ağmeçli çörtenler, sufalara, hazın damlarına, tandır evlerine eşilen rüzgar tribününü andırır külle kanalları, çatal gapılar, zerzeler, sürgüler, tohmahlar, halahalar, firekler, tandır peceleri hep bunların işiydi. 

Karakocaoğlu Kışlasının çok muazzam bir arazisi var. Arhaç, Meyremin Bosdanlıh, Gamişli, Guzu Arhacı, Gurbaalıh, Yoncalı Hüyük, İmran Yolu, Dıraz Yeri ve Çamderesine can ekseniz can biter. Çevrenin en cazibeli ürünlerini, en dolgun zahiresini, hububatını Gışlaılar satardı. Onların buğdayları, arpaları, mercimekleri alım ofislerinde anında farkedilir, başına üşüşen tüccarlar Dıraz Yerinin ekinimi, İmran Yolunun mercimağmi ya da Guzu Arhacının nohudumu diye hemen tanıyıp sorarlarmış. 

Yav lezzeti, ince kabuğu ve şiresiyle öyle ballı üzümler olurdu ki. Helede Nasıf Kâa’lin, İzet Kâa’lin bağların üzümü kehribar gibiydi. Onların gördüğü bağların üzümleri, içindeki gaysileri, armutları, elmaları bal gibi ve albeniliydi. 

Çevreden gelen yadırgılar ve köyün uşâa zarar vermesin diye Bağ bekçileri en çok oraları beklerdi. Hadi erkağseniz Keloğlan Üsüyün, Gasim Hocanın Abbas, Tozlu Muharrem ve Çolağan Durağan beklediği dönemlerde birinin bağına bi girin. Helede Keloğlan Üsüyün sizi bi dutsun vallahi diynanen godunnuydu gafanızın bekmezini ahıdırdı.

Yav o zamanın çocukları ve gençleri bağ-bostan talanında çok vandalistti. Yatıp yuvarlanarak hıyar yolar, koca koca üzüm salkımlarını koparıp tümünü yemeden koteler, bostanları dizinde kırıp bir veya iki kemirip küreler ve çok savurgan davranırlardı. Sahibinden isteseler her bağ-bostan onlara serbestti ama yolmanın adrenalini yüksek, heyecanı erişilmezdi. Yolma ve talan operasyonlarının keyfi anlatılmaz yaşanırdı.

Millet bağında bosdanında ürettiği gaysilerden, üzümlerden, armutlardan, hıyar, bosdan vs. gibi ürünlerden getirip getirip köy odalarında ya da yolda belde rastladıkları insanlara ikram ederdi. Köy odalarında halbırlarınan gırmızı, biber, gelep gelep suvan, nane, madenis, sepetlerle üzüm ve helke helke meyva olurdu ki, onları tadanların samimi duaları ve teşekkürleriyle köyün bereketi insanlarının tepelerinden aşardı. Yinede gençler ikram yerine bostan hırsızlığının emsalsiz heyecanını tercih ederdi.

Sorgun başta olmak üzere çevredeki tüm köyler Kel Zeynel’in Hamdi, Dıydıllıh Seyfullah, Culuh Seyidin Hacı, Şapşap Ali Çavış, Çil Sefer, Kôr Mısa, Caddırı Hacıibraam, Gara Veli, Gara Haydar, Kel Vaam, Fortoo İsmail, Kor Eyip, Buçuh Sadıh, Nasif Kâa, Gartal Hasan, Ösüre Durah, Pire Sadıh, Gasim Hoca, Gatil Ihsen, İmmedin Üsüyün, Guccü Oğlan, Alabaş Muharrem, Nailin Diren, Uyhulu Mahmıd, Mucur Muharem, Galıç Ahmet ve Bıyıh Memmet Çavış gibi sofrası açık, hanedan, hatır-hörmet saabı asaletli adamların selamını baş üstüne alır, referanslarını anında kabul eder ve gönderdiği herkese ne istiyolarsa çekinmeden verirlerdi. 

Bu köyün hanımları ellerinin bereketindenmidir, yüreklerinin cömertliğindenmi yoksa yiğit anası olduklarındanmıdır nedir, hepsininde yemekleri çok güzel ve lezzetli olurdu. Nuru Dayının Goca Tekmil size bi Gabah Çiçaa dolması yapsa, parmaklarınızı yerdiniz.

Nailin Direnin Sadiul bi arabaşı yapsın nerdeyse hamırın öte tarafını görürdünüz. Hepimizin bildiği yemekler burda bambaşka bir lezzete bürünür. Uyhulu Mahmıdın Zilfi bulamaşıyı, Guccü Oğlanın Elif Gôo gırmızı aşını, Tahsinin Fatiş iç pahlayı, Galıç Ahmedin Melek suvannamayı, İmmedin Üsüyünün Hamide cıbır mantıyı, Alinin Zöhre’de hasideyi bek iyi yapardı.

Kôr Mısanın Şaarzel’in bukdüğü siniyi heç kimse bukemezdi. Gasim Hocanın Zarzar Pempe çanak çanak çokelik yapar guma yatırır, her öyünde sufraya deri torba yoğurdu getirirdi. Gara Mısdafanın Sultan’ın külek külek acıyağsı (Tereyağ) olurdu. Şahalı Irızanın Şahinaz keli pancarından bek tavatır cacıh bişirirdi. Caddırı Hacıibraamın Gôo Döndü omaçlı, şekerli, çalmalı, pilavlı, yımırtalı ve yoğurtlu dürümünü köyde yemeyen çocuk bulamazsınız. Kôr Eyibin Garabacah Emine zorlu bosdan eker, Fortoo İsmailin Şerif ise muazzam çörek yapardı.

Mılla Hasanın Sultan öyle bi bosdan ekerdi ki bi görseniz. Meyremin Bosdanlıkda ise can ekseniz can biterdi. Oraların pahlası, gumpürü, suvanı, gırmızısı, madenisi, ayrıhsı olurdu. Öyle bereket, öyle görsellik ve öyle aromayı hiçbir ziraat teknokratı yakalayamaz.

Modern şehir hayatının stresinden uzaklaşmak, doğayla başbaşa vakit geçirmek isteyen Hiking ve Trekking tutkunları Üç Arhaç, Alim Pınarının Depe, Ötüyüz, Gurbaalıh ve Goz Babaya doğru bir gezi tertip etseler, yürüyüş sporlarının en kralını gerçekleştirmiş olurlar.

Üç Arhaç, Alim Pınarının Depe, Arılıh Çuhuru, Çamlar, Ötüyüz, Meyremin Bosdanlıh, Gamişli, Gurbaalıh, Kor Pınar, Yoncalı Hüyük ve Gamişli’nin güzelliklerini gören zaten bu doğayı asla terkedemez. Helede Eyibin Pınar, Orta Pınar, Gasim Hocanın Pınar, Üsülünün Pınar, Yusufun Pınar ve Duralinin Pınar, Gamişli Eşme, Alim Pınarı, Üç Arhaç, Goz Baba, Gurt Gayası, Ali Çavışın Pınar, Üçavlaa ve Nasifgilin Guyunun billur gibi sularından içseler 20 yaş birden gençleşirler.

Köyde merhumelerin ölülerini Uyhulu Mahmıdın Zilfi ve Gara Mısdafanın Fadime yıkarken, Diyeşetleriylede ağlatmadığı adam kalmazdı.

Köyde doğanların çoğunun ebesi Gadının Gelini Fadime, Dedenin Gızı İmmihan, Selvi Garı, Tohatlı Fadime, Gara Hacca ve Hediye Ebedir. Karakocaoğlu Kışlası ve çevre köylerdeki onlarca çocuğun ebesi olan bu melek yüzlü hanımların eli herkes tarafından saygıyla öpülür. Bunlar aynı zamanda bek eli işli, ağzı laf yapan, oturaklı kadınlardı. Köyün Hanımağaları olarak bilinen bu kurmay heyetin hastalık ve marazlarınız için kapılarını çaldığınızda  hepsininde horantaları çay içirmeden, ekmek yedirmeden kimseyi salmazdı. Çocuklarının, torunlarının hepsinin de haneleri açık, sofraları cömert insanlardı.

Bu köyün güzellik ve zenginliği mütevazi, dostluğu ve komşuluğu yürektendi. Tüm yiğitler lakaplarıyla anıldığından, hepsininde adı, namı ve şanı tam orijinaldi.

Tabiiki arada kavga gürültüde olurdu. Fazlının Veli, Seyidin İsmet, Halilbanın Ihsen ve Satılmış Kanın Niyaz haksızlığa heç tahammül edemez hemen doğüşürdü. Helede Memiğin Gıymat ve Uyhulu Mahmıdın Zilfi’ye kimse çatamazdı. Gıymat Bibi garıh-gatıh sularken sıra beklemiye bek tahammül edemez, hemen suyun geverini gendinden yana çalardı. Sıra benim diyene kurağnen goyuncu uzadırdı. Millet, “Aman Gıymat Bibi tek sen sulada biz ondan soona sularıh.” deyip geriye çekilirlerdi.

Arazi çok verimliydi. Gamişli, Yoncalı Huyuk ve Dıraz Yerine can ekseniz can biterdi. Arılıh Çuhuru, Arhaç, Meyremin Bosdanlıh ve Dıraz Yeri’nin ekini, nohudu, mercimaa, arpası, buğday alım ofislerine götürüldüğünde hemen farkedilir ve bütün tüccarlar başına üşüşürdü. Yılbırt yılbırt yanan Kerkenes Kışlası mahsüllerini görenler Şu Gamişli’nin ekinimi, İmran Yolu’nun mercimaami, Dıraz Yerinin nohudumu diye tüm arazinin mahsülünü ve kalitesini tanıyıp saabına sorardı. 

            Zaten arazinin çoğu sulak, toprağı tavlı, pınarıyla, eşmesiyle, çeşmesiyle köy adeta bir cennetti. Büyüğünden küçüğüne herkes yazıda yabanda, işinde gücündeydi. Köyün çocukları mal gütmeye gittiklerinde Gurbalıhda golmekde sabahtan akşama kadar çimerdi. Helede Gamişlideki eşmeden döşlerinin üzerine yatarak gürp gürp su içtiklerini bi gorseydiniz.

Diyelim ki şimdi Karakocaoğlu Kışlası köyüne yolunuz düştü. Bu köyün en hanedan, en hatırnaz, yardımsever ve misafirperver kimlikleriyle herkese sofralarını açan Muhtar Haydar Koçer, Hasan Arlı, Yusuf Candaş, Kemal Aras, İbrahim Aras, Zafer Aras, Zöhre ARSLAN, Esme-Selami ERTÜRK, Cabir ŞAHİN, Abdurrahman KOÇER, Musa KARAKOCA, Hakkı ÖZDEMİR veTevfik ÖZDEMİR gibi hepsi birbirinden değerli gönül insanları var. Bu köydeki herkes ama herkesin hanesi açık, sofrası meydanda, gönlü yüce, alicenap, eli cömert çok asaletli insanlar. Sadece köylülerine değil, kim olursa olsun yardımını, emeğini, gönlünü hiç esirgemeden tüm imkanlarıyla yardım eden bu insanların asaletlerini ben anlatmakta güçlük çekiyorum.

Karakocaoğlu Kışlasının Ankara’da Serkan ARAS’ın başkanlığında, Haydar KOÇER, Cemil DOĞAN, Haydar Ali BOZKURT ve Av.Haşim ARLIER gibi hepsi birbirinden kaliteli, kalibreli ve karakterli şahsiyetlerden teşkil çok çalışkan, üretken ve vefalı bir dernekleri var. Ayrıca Efsane Muhtar Haydar KOÇER’de fahri üye statüsüyle köyünde ve derneğinde her zaman fedakarca koşuşturuyor, emeğini, zamanını onlardan hiçbir zaman esirgemiyor. Bu derneğin tüm yöneticileri ve emektarları köylerini, köylülerini ve Yozgatımızı yürekten seviyorlar. Dürüst kişilikleri ve samimiyetleriyle hemşehri kimliğimize her yerde saygınlık kazandırıyorlar. Ekonomik, sosyal, kültürel, geleneksel ve kabul görmüş tüm görenek ve törelerimiz doğrultusunda o kadar zahmetli emeklerle köylülerine ve şehrimize hizmet veriyorlar ki, Ankara’da, İstanbul’da faaliyet gösteren başka illere ait dernekler bile onların çalışmalarını örnek alıp uyguluyorlar.

Kerkens Kışlası Köyü ve etrafı tarihi değerler ve doğal güzelliklerle dolu. Şimdilerde bazıları kurumuş ama çeşme zengini bir köy. Adeta 300 metrede bir pınar, eşme, kaynak, golmek ne derseniz bir sürü hayrat var. Sadece hanelerinde izzet ikram sahibi değil, arazilerinde bile su, sebze, meyve ikram eden anlayışlı bir asalete sahipler. Kale diye adlandırılan surlar ve Pteria Antik Kenti harabeleri tarih-kültür tutkunları tarafından sürekli ziyaret ediliyor.

            Bizler Kerkens Kışlası Köyü ve çevre güzelliklerine tabiri caizse hayran kaldık. İnsanıyla, ikramıyla, izzetiyle, irfanıyla, doğasıyla, tarihiyle, elit gelenekleri ve ilginç konumuyla efsane bir köy. Zaman zaman bu bölgeyle ilgili araştırma yazılarıma devam edeceğim.

İnsan kalitesinin en yüksek olduğu, erdem ve tevazunun en yücesi, paylaşım ve himayenin en samimisi, dostluğun en sadakatlisi ve yardımlaşmanın en şahsiyetlisi yine bu köyde uygulanıyor. Helal ekmekleri, bereketli doğaları, zümrüt coğrafyaları ve misafirperver gönülleri hürmetine Cenab-ı Allahın bereketle süslediği bu köy, onurlu, omurgalı, vatansever ve dürüst insanlarıyla Yozgat’ın yüzünü her yerde ak ediyor. Sevginin, bereketin, lezzetin merkezi aziz ve asil soylu bu güzel köyün ebediyete intikal etmiş tüm geçmişlerine Allah’tan rahmet, yaşayan birbirinden faziletli değerlerine sağlık, afiyet ve uzun ömürler diliyorum.

Milli ve manevi değerleriyle, hemşehri kimliğimize özünden bağlı örnek kişilikteki vatansever çocuklarınızın, layık oldukları en yüksek makamlara gelmesi temennilerimle Dünyanın her yerindeki Kerkenes Karakocaoğlu Kışlalılara sonsuz sevgi, muhabbet ve hayranlıklarımı sunuyor, eşsiz misafirperverliğiniz için gönüller dolusu teşekkür ediyorum. Hepinizde herzaman baştacımız olacak ve herzaman gönüllerimizde kalacaksınız.

Varolun yiğit ve cömert Kışlalılar. 

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ankhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.