Üniversite öğrencisiydim ve benden yaşça büyük bir ağabeyle bir konuyu tartışırken, “Gazetelerden üç beş yazarı takip edip fikir sahibi olunmaz. Fikrin ve bilginin kaynağı kitaplardır.” dediğimi hatırlıyorum.
Dünden bugüne ne değişti? Hem hiçbir şey hem çok şey. Köşe yazarları yine var. Okuyucuları az olsa da, onlar yazmaya devam ediyorlar. Ağırlık sosyal medyaya kaydı.
Şimdi çoğunluk, bilgi susuzluğunu, serçelerin su içme süresinden daha kısa olmak üzere, üç beş kelimelik aforizmalarla, doğru olmayan kasıtlı paylaşımların çamur deryasına çevirdiği sosyal medya çukuruna kafalarını sokup çıkarmakla gideriyor. Temiz su içmek için pınarın kaynağına gitmeyi göze almak kolay mı?
Bir süredir, dönüşüp medya olarak adlandırılan basın, adeta bir büyük çöplük. Ben de bu çöplükten çıkmayım. Ekmeğimi buradan kazandım ve günlük gazeteler arasında eşelenip okumaya değer yazarlar aradım. Öyle kıymetli kalemler buldum ki, onların yazdığı her yazıyı okudum. Bir bölümü meslekte kalıcı olmadı, başka alanlara savruldular. Köşe yazılarına gıpta ettiklerim oldu ve bunların piri Çetin Altan’dı.
Çetin Altan,”Bir anket yapalım, İstanbul’un içinden deniz geçiyor, soralım, iskele-sancak ne demek?” diye sormayı akıl eden sivri kalemdi. Türkiye’deki profili en iyi bilenlerdendi. Sorusu bakidir, cevaplamak isteyenlere hodri meydan.
Haydar Ergülen, yazının kadrini bilen, bir mısraya üç beş ayını harcamaktan çekinmeyen bir güzel adamdır. Şair duyarlılığı vardır ve fanatik ezbercilerden fersah fersah uzaktır. Çetin Altan için şunları yazmıştır:
“Ortalama 40 bin yazısı varmış, bu da 5 milyon cümle ediyormuş. Dağlarca ‘şiir tankeri’yse Çetin Altan da ‘yazı tankeri’dir. ‘Pancar Motoru’ dediği, ekmek teknesinin moderni sayılır, daktilosuyla hem yazdı hem de ovaları, köyleri, kurak tarlaları, çorak zihinleri suladı, besledi, yeşertti ve herkes ondan bir şey öğrendi. ‘Evladiyelik’ dedikleri bu olmalı, sizden önce dedeniz, babanız okudu, sizden sonra da çocuklarınız okuyacak. Aman ‘klasik’ olmasın, malum kimse okumaz! Bir ‘kişi’ değil bir ‘okul’ sayılmalı, ama bahçesi, terası, dünyaya kıyısı da olan bir açık okul.
İşçilerin kurtuluşundan kadınların kurtuluşuna, köylülerin kurtuluşundan memleketin kurtuluşuna kalemiyle, sözüyle, yaşamıyla mücadele verdi ve en büyük ödülü aldı: Döneklik.Artık kimsenin endişe etmesine gerek yok, ‘döneklik kontenjanı’nı Cem Karaca’yla birlikte doldurdu. Bu anlamda da kendini feda ettiği söylenebilir.”
Yazdığı cümle sayısı 5 milyona ulaşan, ufku ve idealleri olan bir adama, bir kesimin taktığı kulp, ne yazık ki, bu kadar düzeysiz oldu. Şair Haydar Ergülen, döneklik kontenjanının dolduğunu belirtmiştir. Keşke öyle olsaydı. Biz de kontenjanlar için hep bir kontenjan vardır. Bizde her kontenjan dipsiz kör kuyudur. Ne atarsan at, dolmaz..
Önceki gün vefat eden Engin Ardıç da benim yazılarını kaçırmadığım köşe yazarlarındandı. Gazetecilik mesleğine 1970 yılında başlamış, ölümüne kadar sürdürmüş. Her konuda yazdı, sivri dilliydi, bulduğu açığın üzerine giderdi. ‘Denyolar’a takıntılıydı. Her yazısında onları iğnelerdi. Birikimli bir yazardı; edebiyat, sinema, tiyatro ve müzik alanında yetkindi. Aptallığa tahammülü yoktu, ahmakları muhatap almazdı.
Ardıç’ın öldüğü gün, Merve Dizdar Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülünü aldı. Bizde başarı cezasız kalmaz. Bir de ödül varsa, sanatçı aldığı ödül başına kakıla kakıla linç edilir. Tebrik etmek azınlığın omuzlarındadır. Merve Dizdar’a yapılanlara bir bakın. Ne ilk, ne son.
Engin Ardıç, sağ olsaydı Merve Dizdar’ın aldığı ödülü bize en iyi şekilde anlatır, övünç duyduğunu söylemekten çekinmezdi. Nobel ödüllü Orhan Pamuk linç edilirken en güzel yazılardan birini Engin Ardıç yazmıştı.
Orhan Pamuk’la ilgili bir yazısının bir paragrafı şöyleydi:
“Ortalama Türk gazetecisi edebiyattan anlamadığı için, Orhan Pamuk'a yaklaşımı da hep siyasi oldu: Faşistler nefret kustular, liberaller de "liberallik ayağından" dayanışma içine girip körükörüne desteklediler.
Fakat şu son roman, "Masumiyet Müzesi” onların da ayağını suya erdirmiş galiba...”
Aynı yazı şöyle devam eder:
Orhan Pamuk, büyük bir romancı mıdır? Sanmıyorum.
Kendine özgü bir "dünyası" yoktur, anlattığı "heteroklit" bir dünyadır. Azıcık eski Osmanlı, bir fırt Anadolu, üç tutam İstanbul. Bütün bunları birbirine bağlayan bir "ekseni" de yoktur. Sanki "moda" izler gibidir, önce Balzac tarzı bir aile tarihi, derken bir Joseph Losey filmi tadında "entellektüeller arası gerilimler", sonra postmodern fanteziler, daha sonra Kürt meselesi, derken gizemli Osmanlı egzotizmi, arada elbette "eski İstanbul nostaljisi", şimdi de aşk ve ihtiras... Bakalım bir savaş romanı ya da "western" ne zaman yazacak? Bilimkurguyu da deneyecek mi?
Orhan Pamuk, başarılı bir yazar mıdır? Kesinlikle evet. Ama hangi açıdan?
"Ne yapıp yapıp" Nobel almış olmasıdır bizim için önemli olan. Bir tabuyu yıkmış, bir eşiği atlamış, "Türk yazarı" diye bir canlı türü olduğunu dünyaya kabul ettirmiştir.”
Engin Ardıç bu kadar netti, kıvırmadı, yalpalamadı. Doğru olduğuna inandığını, inandığı biçimde yazdı. Onun ne dediğini okuyucuları anladı. Anlamayıp uzaktan taş atanlar, okumayla ilişkisi olmayanlardı. Onlar, okumadıkları yazılar, izlemedikleri filmler, dinlemedikleri kişiler, bilmedikleri konular hakkında ahkam kesen güruhun arsızlarıydı.
Engin Ardıç, Yeşilçam’ı ve Hollywood’u en iyi bilenlerdendi. Bugün hatırlanmayan bir yazısında da şunları yazmıştı:
Kendilerini "Müslüman" olarak tanımlayan yazarların çizerlerin ürünleri, dördüncü sınıf... Şiirler "ilkokul manzumesi" düzeyini aşamıyor, bu akımın öyküsü romanı yok, tiyatrosu inanılmaz derecede ilkel (sahnede tekbir getirip namaz kılmaktan öte bir şey yapamıyorlar, bir de pek pek FKÖ militanı kılığına girip taş atmak, hani "İntifada" muhabbeti; sonuçta en basit düzeyde "agit-prop", komünistlerin pek sevdiği ve bir zamanlar sokak tiyatrosu olarak denenmiş ajitasyon-propaganda çabaları...)
Sinemaları var ama temsilcileri Yücel Çakmaklı, Yeşilçam düzeyinin bile gerisinde bir sanatçı..
O zaman dön dolaş, kefere sermayesiyle Mustafa Akkad'a "Çağrı" filmi çektirmece ve her Ramazan boyunca sekiz yüz elli altı kere onu oynatmaca! Haa bir de, "Hazret-i Ömer'in Adaleti", "Habbabe Hatun", "Seyyit İbni Bilmemne Hazretleri" falan gibi, ancak en cahil, en kafasız, en öküz seyirciye seslenebilecek beşinci de değil, yirmi altıncı sınıf filmler tabii..”
Engin Ardıç’ın ölümünün ardından sosyal medya çukurunun sinekleri yine havalandı. Baştan sona bir yazısını bile okumayanlar, Engin Ardıç’ın arkasından laf ettiler. Engin Ardıç, bu ülkenin en pırıltılı yazarlarındandı. Kendini güncele hapsetti, köşesinden dışarıya çıkmayı düşünmedi. Engin Ardıç için tek cümle yazmam gerekseydi, “Öfkesine ve egosuna kendini kurban eden bir maharetli yazardı” derdim.
Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.
Not: Yüzyılın seçiminin ardından, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın zaferini yazmak yerine Engin Ardıç’ı anlatmayı tercih ettim. Millet İttifakı’nın yenilgisinde, Engin Ardıç’ın vefatında olduğu gibi, her şeye küfreden, herkese diş bileyen ve kendilerinden başka kimsede değer görmeyen fanatiklerin rolü büyüktür. Değer vermeyen, değer görmez.