Ahmet Tek
Köşe Yazarı
Ahmet Tek
 

Başımıza Taş Düşmediği Kaldı

[simple-author-box] Son günlerde yaşadıklarımızdan canı yanmayan var mıdır? Sanmıyorum. Yılbaşından bu yana felaket üstüne felaket, acı üstüne acı... İç yakan, harlı bir ortamdayız. Bir yanımız ateş topu oldu, bir yanımızdan seller aktı. Mehmet Akif’in Safahat’ının 3. kitabındaki şiiri geldi, düşüncelerimin başköşesine kuruldu. “Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı? Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı! Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun! 'Yandık! 'diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!” diye feryat eden şiir. Kriz anları toplumsal paniğe yol açabiliyor. Türkiye bunu yaşıyor. Bir yaramızı sarmaya çalışırken bir yanımızda daha büyük yara açılıyor. “Dert Bir Olaydı Ağlaması Golaydı” Bu bir Azeri atasözüdür. Bugünlere özgü bir atasözü. Ağlanacak olayları madde madde sıralamak bile kolay değilken bunların acısının üstesinden gelmek kolay mı? Kuraklık yaşadık, üretici ürün kaldıramadı. Göller, ırmaklar kurudu. Tuz Gölü’nde binlerce flamingo öldü. Ardından Marmara Denizi’ndeki müsilaj belası geldi. Ne olduğunu anlamadan, birçoğumuzun dili müsilaj demeye alışmadan unutuldu. Sonra orman yangınları baş gösterdi. 200’den fazla orman yangını meydana geldi. Cennet bölgelerimiz küle döndü. Bitti mi? Hayır, bitmedi. Hiçbir felaket yalnız gelmez. Biri gitmeden biri nöbeti devralır. Böyle oldu. Karadeniz’i sel vurdu. Onlarca can yitti. Korona yeniden hortladı. Konya’da aile katliamı, Ankara’da Suriyelilere karşı kalkışma, sınırlara Afgan akını biri diğerini izledi. Nifak yangını ise giderek büyüyor. Bu yangını söndürecek ne ekip var ne teçhizat... Enflasyon bile son 18 yılın en yükseğine ulaştı. Çarşıya, pazara, mutfağa, ceplere ateş düştü. Simit 2,5 lira oldu. Özetle: “Başımıza bir taş düşmediği kaldı.” Diyanet hutbe bile verdi: “Afetlere karşı sorumluluğumuzun idrakinde olalım.” İktidarın, her başarısızlığa kılıf uydurmakla görevli mazeretçileri kulak vermişler midir? Hoca, onlara şöyle seslendi: “Böylesi zor günlerde şunu bir kez daha hatırlamalıyız ki sel, heyelan, yangın, deprem, kuraklık ve salgın hastalık gibi afetler karşısında can ve mal kaybımızı en aza indirmek ancak gerekli tedbirleri almakla mümkündür. Zira tabiat olayları, sünnetullah yani ilahi düzen ve kanunlar gereği, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde meydana gelmektedir. Dolayısıyla bir mümin, sorumluluğunu ihmal edip göz göre göre afetlere kapı aralayamaz. Yeryüzünde dengeleri bozacak adımlar atamaz. Nitekim afetlerin kötü neticelerinin önemli bir kısmı insanoğlunun kendi hata ve ihmalleri sebebiyledir. Geliniz, üzerimize düşen sorumlulukların idrakinde olalım. Acı tecrübelerden ders alalım. Güvenli bir hayat için afetlere karşı hazırlıklı olalım...” Bunca felaket varken bir de yalan fırtınasına maruz kaldık. Doğru bildiğimiz ne varsa yanıp kül oluyor. Yalanlar, doğrulardan kalan boşlukları sarıp sarmalayıp ele geçiriyor. Bir doğru yanarsa binlerce yalan sarmaşığı büyür. Bu gerçeğe aldırış edilmiyor. Bir doğru yanarsa, bin yalan doğar. Mehmet Akif’in şiirinin sonu şöyledir: Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi? Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî! Musab: Musibete, felakete uğramış. Devahi: Büyük felaket.
Ekleme Tarihi: 08 Eylül 2021 - Çarşamba

Başımıza Taş Düşmediği Kaldı

[simple-author-box] Son günlerde yaşadıklarımızdan canı yanmayan var mıdır? Sanmıyorum. Yılbaşından bu yana felaket üstüne felaket, acı üstüne acı... İç yakan, harlı bir ortamdayız. Bir yanımız ateş topu oldu, bir yanımızdan seller aktı. Mehmet Akif’in Safahat’ının 3. kitabındaki şiiri geldi, düşüncelerimin başköşesine kuruldu. “Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı? Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı! Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun! 'Yandık! 'diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!” diye feryat eden şiir. Kriz anları toplumsal paniğe yol açabiliyor. Türkiye bunu yaşıyor. Bir yaramızı sarmaya çalışırken bir yanımızda daha büyük yara açılıyor. “Dert Bir Olaydı Ağlaması Golaydı” Bu bir Azeri atasözüdür. Bugünlere özgü bir atasözü. Ağlanacak olayları madde madde sıralamak bile kolay değilken bunların acısının üstesinden gelmek kolay mı? Kuraklık yaşadık, üretici ürün kaldıramadı. Göller, ırmaklar kurudu. Tuz Gölü’nde binlerce flamingo öldü. Ardından Marmara Denizi’ndeki müsilaj belası geldi. Ne olduğunu anlamadan, birçoğumuzun dili müsilaj demeye alışmadan unutuldu. Sonra orman yangınları baş gösterdi. 200’den fazla orman yangını meydana geldi. Cennet bölgelerimiz küle döndü. Bitti mi? Hayır, bitmedi. Hiçbir felaket yalnız gelmez. Biri gitmeden biri nöbeti devralır. Böyle oldu. Karadeniz’i sel vurdu. Onlarca can yitti. Korona yeniden hortladı. Konya’da aile katliamı, Ankara’da Suriyelilere karşı kalkışma, sınırlara Afgan akını biri diğerini izledi. Nifak yangını ise giderek büyüyor. Bu yangını söndürecek ne ekip var ne teçhizat... Enflasyon bile son 18 yılın en yükseğine ulaştı. Çarşıya, pazara, mutfağa, ceplere ateş düştü. Simit 2,5 lira oldu. Özetle: “Başımıza bir taş düşmediği kaldı.” Diyanet hutbe bile verdi: “Afetlere karşı sorumluluğumuzun idrakinde olalım.” İktidarın, her başarısızlığa kılıf uydurmakla görevli mazeretçileri kulak vermişler midir? Hoca, onlara şöyle seslendi: “Böylesi zor günlerde şunu bir kez daha hatırlamalıyız ki sel, heyelan, yangın, deprem, kuraklık ve salgın hastalık gibi afetler karşısında can ve mal kaybımızı en aza indirmek ancak gerekli tedbirleri almakla mümkündür. Zira tabiat olayları, sünnetullah yani ilahi düzen ve kanunlar gereği, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde meydana gelmektedir. Dolayısıyla bir mümin, sorumluluğunu ihmal edip göz göre göre afetlere kapı aralayamaz. Yeryüzünde dengeleri bozacak adımlar atamaz. Nitekim afetlerin kötü neticelerinin önemli bir kısmı insanoğlunun kendi hata ve ihmalleri sebebiyledir. Geliniz, üzerimize düşen sorumlulukların idrakinde olalım. Acı tecrübelerden ders alalım. Güvenli bir hayat için afetlere karşı hazırlıklı olalım...” Bunca felaket varken bir de yalan fırtınasına maruz kaldık. Doğru bildiğimiz ne varsa yanıp kül oluyor. Yalanlar, doğrulardan kalan boşlukları sarıp sarmalayıp ele geçiriyor. Bir doğru yanarsa binlerce yalan sarmaşığı büyür. Bu gerçeğe aldırış edilmiyor. Bir doğru yanarsa, bin yalan doğar. Mehmet Akif’in şiirinin sonu şöyledir: Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi? Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî! Musab: Musibete, felakete uğramış. Devahi: Büyük felaket.
Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ankhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.