Kutsal kitaplarda betimlenen cenneti kıskandıracak coğrafyalardan birinde yaşıyoruz. Doğasıyla, dağıyla ovasıyla, deniziyle gölüyle…
İnsanlığa kucak açmış sarıp sarmalamış; nice ırklara, inançlara kaynaklık ve yuvalık yapmış, güzelim Anadolu. Coşkulardan ağır acılara, utkulardan saldırılara salınan kadim topraklar. Tarih denilen geçmişin dedikodusunun en konuşulanı; Homeros’un, Yunus’un şiirleri tadında, görkemli anlatıların esin kaynağı.
Uygarlıkların beşiği, mitlerin doğum yeri, insana insan olmayı öğreten belleğinde insana ilişkin ne varsa, bulabileceğimiz, dünyanın en görkemli uygarlıklar okulu.
Yazgısı, uygarlıktan nasibini almamış ulusların eline geçince, kararmış; erken ölümlerin, toplu kıyımların ağıtlarıyla anılır olmuş; çilekeş coğrafyaya!
Değil midir ki, bilim alanında gelinen nokta, çağcıl tiranlar elinde doğanın ve büyük kalabalıkların aleyhine işlemesin? Tarih yazıcıları eliyle yalanın tutukevinin demirlerini berkitmesin. Gücü bir biçimde ele geçirenler, tanrılığa öykünmesin.
Eskiden günümüze değişen yalnızca zamanı gösteren araçlardaki rakamlardır. İnsanlık var oluşundan beri, hep aynı havayı çalar: İnsan insandan çalar, doğadan çalar, hayvandan, bitkiden, taştan topraktan, havadan sudan çalar, çalar da çalar.
Egemenler kandırarak ya da inandırarak çatışmaları zorunlu kılar. En acımasızlık da savaşlardır; bebeğin, çocuğun gencin yaşam hakkını çalar.
Hiç birimiz -kendini aşmışlar dışında- olgunlaşmayı bütüncül olarak gerçekleştiremiyoruz. Hep bir eksikliğimiz, hamlığımız, tutarsız yanımız kalıyor. Sömürgenler işte bizi bu yanlarımızdan yakalıyor.
Açıkçası, yaşantımızı hırsızlama yaşıyoruz; siyasetinden ekonomisine olanca mülkiyetimiz, hırsız sahiplenmesini aşamıyor…