Ünlü sufi Muhyiddin İbn’ül Arabi’nin Füsus’ul Hikem (Hikmetlerin Özü) adlı başyapıtında ağlamakla ilgili bir hikâye vardır. Başına çok musibet gelen bir evliya ağlıyordur. Ona derler ki, “Sabredip tahammül etsene, neden ağlıyorsun?” O, şu yanıtı verir: “Kardeşim, Allah bu hadisede benim sabretmemi değil, ağlamamı murat etmiştir. O yüzden ağlıyorum. Neden tahammül edeyim?”
Tahammül edilemeyecek olaylar vardır. Biz, ülke olarak şimdi o olaylardan birini yaşıyoruz ve yasını tutuyoruz. İçimiz kan ağlıyor. Ağlaya ağlaya yaralarımızı sarmaya çalışıyoruz. Gözyaşlarımız el ele verişimizin bereketini artırsın. Şikayet etme, konuşma diyenlere, tehdit edenlere, gözdağı verenlere kulak asmayın, vaatte bulunanlara ve kötülük peşinde olanlara da…
Gün dayanışma günü, ‘dayanışalım’ ama “ağlama, şikâyet etme, yakınma, sızlanma” diyenlere, hikâyedeki evliya gibi “Neden tahammül edelim?” diye sormaya hakkımız olduğunu da unutmayalım.
Hem ağlayalım hem sorgulayalım hem soralım. Ağlamak, sorgulamak, soru sormak, enkaz altında kalanların kurtarılmasına ve depremzedelerin ihtiyaçlarının ivedi karşılanmasına engel değil. Bunlar, can kayıplarının ve enkazların sebebi de değil. Yanıtlarını alamayacağımızı bilsek de sorular soracağız. Sormak ve sorgulamak en doğal hakkımız. Ağıtlar, sorular ve endişeler çok kıymetlidir. “İnsanlığın Acılar Tarihi: Savaşlar, Zulümler, Zalimler, Mazlumlar” kitabı başka türlü nasıl yazılır?
Bir günde iki ayrı çatlakla, iki büyük depremle sarsılan dünyanın ilk ülkesiyiz. 110 bin kilometrekarelik bir alanda 13,5 milyon nüfusun barındığı yerleşimler kıyameti yaşadı. 6 Şubat 2023 tarihi toplumsal hafızamıza kazındı. Artık unutulmayacak derin travmalarımızdan oldu. Ah keşke hatırlamak, gerekli tedbirleri almayı da beraberinde getirse… Biz hatıralarımızla yaşayan milletiz. Maalesef hatıralarımızdan ders çıkarma konusunda ise aynı hassasiyette değiliz.
Rahmetli Mehmet Akif, Safahat’ta der ki:
Geçmişten adam hisse kaparmış… / Ne masal şey! / Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? / Tarihi ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar / Hiç ibret alınsaydı / Tekerrür mü ederdi?
İmam Gazzâlî, İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn’in ana bölümünden biri olan ‘Sabır ve Şükür Kitabı’nda, insanın üstesinden gelemeyeceği musibetlere sabretmesini sabrın en yüksek derecelerinden biri olarak zikreder. İnsanın musibetlerden korunmaya çalışması ve uğradığı bir musibetten kurtulmak istemesi, kurtulamaması halinde üzüntü ve acı duyması, gözyaşı dökmesi tabii bir durumdur. Ondan istenen önlenebilir musibetlere katlanmak değil, musibetten korunma yönünde önlem almak, başa gelen bir felâketten kurtulmak için her türlü çabayı göstermek, kurtulma imkânı bulunamaması halinde durumu sabır ve metanetle karşılamaktır.
Depremlerden ders çıkarmış olsaydık, acımız bu kadar büyük olur muydu? İbret alsaydık, zemini uygun olmayan yerlere inşaat izni verir miydik? Önlem alsaydık, kâğıt gibi yırtılan binaları görür müydük? Sorumluluk taşısak, kontrolleri eksik yapar mıydık?
Depremi önlemenin imkânsız, depremin vereceği hasarı azaltmanın mümkün olduğunu biliyoruz. Türkiye depremler ülkesi. Her depremde yıkılıp, çaresizliğimize ağlayacak mıyız? Önlem almayacak mıyız? Önlem almayanlara iki çift laf edemeyecek miyiz? Sağlıksız konut yapanları, yaptıranları, göz yumanları, kul hakkı yiyenleri, bu milleti ağlatanları hayırla anacak değiliz ya!
Nasıl ki, yıkıntılar arasında canını ortaya koyarak arama kurtarma yapan kahramanlara dua ediyorsak, yardım için yollara düşen kişi ve kuruluşlara teşekkür ediyorsak, devletimizin tüm imkânlarını seferber etmesinden gurur duyuyorsak, bir ve beraber oluyorsak, eksikleri, kusurları, aksaklıkları, gözden kaçan hususları dile getirmek de boynumuzun borcudur.
Tüylerimizi diken diken eden, kılcal damarlarımıza kadar korku salan bir sözcük deprem… Arapça zl kökünden gelen zalzala(t) زلزلة “yer sarsıntısı” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük zalzala زلزل “sarsıldı” fiilinden türetilmiş. Sözlük anlamıyla bile sarsan bir sözcük…
Türkçe deprem sözcüğünün kökü ise “ayağıyla vurmak” anlamındaki ‘tep-‘ sözcüğüdür.
Günümüzde bazı kullanımlar için “tep- > dep-” olmuş. ‘tepmek‘ten ‘tepik, tepki‘ sözcüklerini türetirken; ‘depmek‘ten ‘hareket etmek‘ anlamındaki ‘depreşmek’, ‘deprem‘ gibi sözcükler türemiş.
Deprem sözcüğünü, Eski Türkçe täbrämek “sarsılmak, sallanmak, kımıldamak” sözcüğüyle ilişkili görenler de olmuş. Eski Türkçe täp sözcüğü “basmak, ezmek, tepmek” diye bilinmekte.
Latince deprimo (ezmek, bastırmak, derine batırmak) ve depressus (alçak, aşağıdaki) anlamındadır. Latince ‘de’ ön eki ‘bir şeyi olduğunun dışına çıkarmak, aşağıda kılmak vb’ diye bilinmekte. Fransızca dépressif (çökmüş olan, moralini yitiren, mutsuz olan) sözcüğü Latince depressus ile ilişkilidir. Latince depressio (çöküntüye uğrama, çöken yer) sözcüğünden yola çıkarak, coğrafik olarak yeryüzündeki çöküntü alanlarına dépression denilmekte. Coğrafya biliminde çökme olayı da dépression adıyla belirtilmekte.
Deprem sadece yer kabuğunu, binaları ve bedenleri değil, moralimizi ve ruh halimizi de tepti, tepmekle kalmadı, ezdi ve yıkıp geçti. Ruhen de yara bere içindeyiz. Deprem yaralarımızı iyice depreştirdi. Devlet ve millet olarak cumhuriyet tarihimizin en ızdıraplı günlerini yaşıyoruz.
Gün dayanışma günü. Gün paylaşma günü. Yaraları sarma günü. Hesaplaşma günü değil. Çaresiz kalmış da değiliz. Ülke teyakkuzda. Elbet eksikleri haykıracağız. Elbet yapılanların daha fazlasını talep edeceğiz. Elbet, hesap da sorulacak. Sonucu ne olur bilmiyoruz. İlk hesap sorma işi vicdanlarda çoktan başladı bile. Hele bir enkazlar kalksın.
Suçlama, yaraları iyileştiren ilaçlar arasında yer almaz. Eleştirilere öfkeyle ve hiddetle karşı çıkmak da vicdanları rahatlatmaz, suçu örtmez. Haklının ve dertlinin sesini kesmeye kimsenin gücü yetmez. Hele hele gözdağı vermeye yönelik sözlerin kime ne yararı olacak ki! İnsanlık halden anlamaktır.
Şimdi bir yandan gözyaşı dökeceğiz, bir yandan acılara ortak olup yaralarımızı sağaltacağız. Yaşadığımız felaket öyle büyük ki; hiçbir ülkenin, hiçbir iktidarın bir çırpıda, kolayca altından kalkabileceği türden değil. Yıkımın da, acıların da altından kalkmanın yegâne yolu paylaşmak, el ele vermek. Başka yolu yok!
Deprem bölgelerinde gece gündüz çalışan fedakâr kardeşlerimizden Allah razı olsun. Necip Fazıl’ın Gençliğe Hitabesi’nden esinlenerek, “Kim var!” denilmeden, sağına ve soluna bakmadan, fert fert "ben varım" diyen, deprem bölgesine yardım göndermek için seferber olan yüce gönüllü insanlara binlerce teşekkür.
Bu ülke, güzel insanlar ve merhametli kalpler ülkesi. Hasenat için en güzel zaman. Karanlık ruhlu bir güruh dışında herkes hayırda yarışıyor. Yardım ve dayanışma ruhunun olağanüstü yükselişine tanıklık ediyoruz. Allah, acılarımızı azaltsın, güzelliklerimizi çoğaltsın. Hepimize geçmiş olsun.
Gazeteci olarak birçok deprem bölgesinde görev yaptım. Nice acı olaylara tanık oldum. Bir uyarım, bir de önerim olacak.
Uyarı: Arama kurtarma görevlisi, eğitimli afet gönüllüsü değilseniz deprem bölgesine gitmeniz uygun değil. Ancak bir ekip içinde yer almanız halinde yardımınız olabilir. Malzeme dağıtımı, yemek hazırlığı gibi işlerde bile deneyim gerekli. Aksi halde ayak bağı olursunuz, yük olursunuz. Deprem bölgesinin kıt imkanlarına ortak olmak da kul hakkına girer. İyilik yapmak isterken sıkıntı verirsiniz.
Öneri: Küçük yerleşimlerde, özellikle köylerde yalnız yaşayan yaşlılar olduğunu unutmayın. Onlar talepte bulunamaz, yardımlara erişmekte zorlanırlar. Yemek ihtiyaçları başta olmak üzere yaşlılara öncelik tanınması gerekir. Özürlü ve bakıma muhtaç kişiler de unutulmasın. Onların sayısı da tahminlerin çok üstündedir.