Aç ölmez gözü kararır, susuz ölmez benzi sararır.
(Türk Atasözü)
Okuyacağınız yazı kurgu değil, gerçek bir aşk hikâyesi. Deprem enkazları arasından çıkan ibretlik bir öykü. Allah’ın bana nimet olarak sunduğu ve şahitlik ettirdiği ‘rengi solmamış, kokusu kaybolmamış, tazeliğini koruyan bir aşk, sevgi, vefa’ örneği. Gerçek anlamıyla bir gönül hikâyesi.
Depremin hemen ardından bir haberci olarak olay yerindeydim. Her felâketin ilk anları bir çırpıda anlatılamayacak denli sarsıcı ve tüyler ürperticidir. Bir de tanığı olduğunuz felâket depremse bir küçük kıyametin ortasındasınızdır.
Depremin üçüncü günüydü. Depremin merkezine yakın köylerdeki durumu görmek istedim. Bir köye gittim; evler toprak damlı, kerpiç yapılıydı ve büyük bölümü yıkılmıştı. Köyde can kaybı var mıydı, kaç kişi ölmüştü, hatırlamıyorum. Damlarının ve duvarların çökmesi sonucu, dar alana sıkışan yüzlerce hayvan telef olmuştu. Ahırlardan ovaya koyunların ıslak yapağı kokuları dağılıyordu.
Deprem Gönüllüsü Öğretmenler
Değişik illerden bir grup öğretmen gelmiş, köydeki eski sağlıkevine konuşlanmışlar. Yemek pişiren, yemek dağıtan ve bulaşıkları yıkayıp malzeme temin edenler olarak iş bölümü yapmışlar. Bir traktör ayarlamışlar, römorka koydukları büyük kaplardaki yemekleri, büyük bölümü yaşlı olan köy sakinlerine dağıtıyorlar.
Soğuk havada içimi ısıtan bir eylemdi. Dağıtım için bir güzergâh ve saat belirlenmiş. Köylüler boş kaplarını uzatıyor, yemeklerini ve ekmeklerini alıp evlerine götürüyordu. Fotoğraflarını çektim, notlarımı aldım. Haber yazıp Ankara’ya ileteceğim.
Traktör köy içinde turunu tamamlayıp sağlıkevine döndükten bir süre sonra 80 yaşlarında, avurtları ve omuzları çökük, zayıf mı zayıf, hayatın hırpalaya hırpalaya çökerttiği bir ihtiyarı, duvarı yıkık evinin önünde, hüzün içinde oturur gördüm. Etrafına bir sükûnet kozası örmüş, bunu yaparken son gücünü kullanıp yorgun düşmüş ve hayatın ipini bırakmaya karar vermiş bir hali vardı. Aracı kullanan arkadaştan oraya gitmesini istedim.
Kozasındaki ihtiyara selam verip, geçmiş olsun dedim. Sükûnet tünelinin girişindeymiş. Selam bir mucize gibi onu kozasından ve tünelden çabucak geri döndürdü. Evinin yarısı kendi içine çökmüş, samanlığı yıkılmış, büyük hasar varmış. Bir oda sağlammış. Kendisine ve aynı yaşta ama yürüyemeyen karısına bir şey olmamış.
“Yemeğinizi aldınız mı?” diye sordum. Yüzüme hayretle baktı, “Ne yemeği, nerden alacağım? Üç gündür açız. Mutfak yıkık, içeriye giremiyorum. Yiyecekler oradaydı” dedi.
Traktörle yemek dağıtıldığından haberdar değilmiş. İhtiyarı araca aldım, öğretmenlerin konuşlandıkları yere götürdüm. Saat 15.00 civarıydı. Yağmur dinmiş, güneş yüzünü göstermişti. Sağlıkevine vardığımızda mutfak gönüllüleri bir masa etrafında sıralanmış, o gün ne pişirmişlerse onu yiyorlardı.
İhtiyarı tanıştırdım. Yemek dağıtımı yapıldığından da haberinin olmadığını belirterek, ekip şefinin kulağına “Üç gündür yemek yememiş” diye fısıldadım. Önüne hemen çorba ve ekmek konuldu. İhtiyar şaşkındı, herkesin yüzüne tek tek bakıyor, sonra başını önüne eğiyordu. Eline kaşık almadı, ekmeğe de dokunmadı. Sonra derinden, güçlükle çıkan bir ses duyduk: “Siz kimsiniz? Buraya nerden geldiniz?”
Ses, bir ilâhinin ezgisi gibi yankılandı. Ekipten biri, önce arkadaşlarını sonra kendini tanıttı. Onlar Konya’dan, Çorum’dan, Kastamonu’dan, Gaziantep’ten gelmiş öğretmenlerdi. 1999 Gölcük depreminde tanışmışlar, arkadaş olmuşlar, depremzedelere yemek yapma işinde deneyim kazanmışlar. 3 Şubat 2002 tarihinde Afyon'a bağlı Sultandağı ve Çay ilçelerinde etkili olan art arda iki depremi duyar duymaz Eber kasabasına gelmişler, bu köyün sağlıkevini yerleşmişler. (Depremde 42 kişi ölmüş, 250 kişi yaralanmış, bin 401 bina yıkılmış, 4 bin 400 bina hasar görmüştü)
İhtiyarın sesini bir kez daha duyduk; dengibej ağıtı gibiydi. “Dünyada böyle iyi insanlar var mıymış?” diyerek ağlamaya başladı. Bir yandan dua ediyor bir yandan önündeki plastik masanın üstüne sicim gibi gözyaşı damlıyordu. Ceketinin yeniyle sakallarına akan yaşları siliyor, burnunu çekiyordu.
“Haydi amca, önce karnını doyur. Sonra dua edersin” dediler. “Yiyemem” dedi. Bu kez şaşırma sırası bizdeydi. Ne olduğunu sorduk. “Evde karım yalnız, üç gündür ağzına bir lokma koymadı. Onsuz yiyemem. O yemeden ben karnımı doyuramam” diye devam etti.
Birbirimize baktık, hepimizin boğazı düğümlenmiş, gözlerimiz yaşarmıştı. “Sen yemeğini ye, eve de göndeririz” teklifini de kabul etmedi. “Onsuz boğazımdan geçmez, yiyemem” dedi.
Kendini kendi içinde muhafaza eden kapalı kutu halindeki ihtiyar, bugüne kadar kimsenin görmesine izin vermediği özünü ortaya saçıvermişti. 80 yıllık kutunun paslanmış kilidini birkaç iyi adamın samimiyeti ve fedakârlığı açmıştı.
Herkesin yüreğini açıp, dilini serbest bıraktığı “ben buyum” dediği, bir boşalma, katarsis ve kendini gösterme anı varmış. Kişi, tepeden tırnağa arınır ama bu halin farkına bile varmazmış.
Bunu da o gün öğrendim. Bir büyük aşkın, “Bu ne sevgi ah!” diye başlayan itiraf makamındaki nağmelerini ilk kez dinleyenler, o köhne sağlıkevinde depremin bir araya getirdiği bizler olmuştuk.
İhtiyar için kaplar ayarlandı, yemekler konuldu. Ekmeği de unutulmadı. İhtiyarın evinin yerini soran yemek dağıtıcısı bir öğretmen, “Her gün şu saatte senin evine yemeğini bırakacağız” dedi. İhtiyarın vücudundaki titremeler, burun çekmeler, vecd halindeki dua ve minnet sözleri yerini dinginliğe bıraktı.
Çay demlenmiş, bardaklara doldurulurken öğretmenlere teşekkür ederek ayağa kalktım. İhtiyarın elinden tuttum, onu araca bindirirken bir öğretmen hazırlanan yemekleri bagaja koydu. Sağlıkevinden ayrıldık.
İhtiyarı, aldığım yıkık evin önünde indirdim. Henüz sıcaklığını yitirmemiş yemek kaplarını da onun gösterdiği yere bıraktım. İçeriye buyur etmedi. Evin ya da eşinin durumunun ziyaretçi kabulüne uygun olmadığını düşünmüş olmalıydı. Oysa ihtiyarın, üç günlük açlığına rağmen, “Onsuz yemek yiyemem” dediği hayat arkadaşını görmeyi öyle çok istemiştim ki.
O gün gördüm gerçek sevgiyi, eş olmanın ne demek olduğunu. “Karım yemeden benim boğazımdan lokma geçmez. O, üç gündür aç” diyen ve ısrarımıza rağmen yemeğini yemeyen ihtiyarı hiç unutmadım.
Sevginin yaşı olmazmış. Sevgi bencillikten uzak olmakmış. İyi günde, kötü günde, hastalıkta, sağlıkta, varlıkta, yoklukta, açlıkta toklukta yan yana durmakmış.
Geçen hafta Kültür Sanat Muhabirleri Derneği’nin daveti üzerine gittiğim Gaziantep, Kahramanmaraş ve Malatya’da şehrin meydanlarında, konteyner kentlerde, onlarca çadırda yemek dağıtımı yapıldığını görünce hem sevindim hem bu olayı hatırladım.
İftar saatinde depremzedelerle oruç açacağımız Türkiye Diyanet Vakfı çadırı önünde kuyruğa girdim. Tabldotumu aldım, bir masaya oturdum. Önce Kur’an, sonra ezan dinledik.
Ezan bitti, suyu ağzıma götürürken, kulağımın yanında “Allah kabul etsin” diyen bir fısıltı... Ses, “Dünyada böyle iyi insanlar var mıymış” diyen, Afyon Eber’in, adını hatırlayamadığım köyündeki ihtiyara aitti. Yıllar öncesindeki gibi, dengibej ağıtı, bir ilâhinin ezgisiydi.
Kalabalık çadıra hızla göz attım. Çadırın bir köşesinde, ayakta duruyordu. Çökük avurtlu yüzünden, hırpalanmış gövdesinden tanıdım onu. Hiç değişmemiş; zayıftı, hüzünlüydü, gözü yaşlıydı ve 21 yıl önceki gibiydi. Kozasından eser yoktu. Yaşamın ipini bırakmamıştı. Dünyada iyi insanlar olduğunu bir kez daha görmüş, onlara dua etmek için memleketinden kilometrelerce uzaktaki deprem bölgesine gelmişti.
İyilik, sevgi, aşk yoksa, iyilikte yarışanlar, diğerkâmlar ve dua edenler olmasa Dünya niye dönsün ki?