[simple-author-box]
Ne zaman kar yağsa kestane kebap kokusunu duyarım. Közde dış kabukları kavrulmuş, koyu kahve tüylü zarının arasından kendini sunmaya hazır bembeyaz bir lezzet topundan tüten kendine özgü sert karamela kokulu kış nimeti... Üniversite yıllarımın cep sobası, parkamın yanıksı kokusu, kitap paramın haramisi...
Ankara’ya 2021’in ilk karı Ocak ayının 13’ünde geldi. Lapa lapa yağan kar içimi ısıttı. Kar yağışını ne çok özlemişim. Müzik açtım, çay bardağım hep dolu, gözlerimi kardan alamadım. ODTÜ kampüsünün çam ormanı karşımda. Yemyeşil giysi, birkaç saatte yerini beyaz gelinliğe bıraktı.
Sonra kar dindi, ormanın üstüne sis tabakası indi. Anılar salıncağında gittim geldim. Ama kestane kebap, her anımın önüne geçmeyi başardı.
Hiperaktif Çalıkuşu
Türkiye’nin en doğusunda liseyi bitirdi. Üç ayrı kentte, üç ayrı üniversitenin, üç ayrı bölümünde birer yıl okudu. Dördüncü yıl, Türkiye’nin en batısındaki kentin üniversitesine, farklı bir bölüme kayıt yaptırdı. İstediği bölümü nihayet bulmuştu.
Okurken çalıştı. Yaz tatillerinde farklı kentlerde, her çeşit işi denedi. Yıl kaybetmeden mezun oldu. Çok zeki ve hiperaktifti. Ailenin tek kızıydı. Beş erkek ağabeyin ve babanın göz bebeğiydi.
Diploma aldığı bölüm, iş imkanı az, günümüzde geçerliliği kalmayan mesleklerdendi. Bulduğu her işte çalıştı. Seçici davranmadı. Bir gün ani bir kararla yine ülkenin en doğusundaki ücra bir köye, sözleşmeli öğretmen olarak gitti.
Artık Çalıkuşu olmuştu. Köyü, köylüyü, okulu, öğrencileri çok sevdi. İletişim becerisi yüksekti. Çocuklarla da iyi iletişim kurdu. Bir yılbaşı öncesi, sınıfta okudukları kitapta, kestane kelimesi geçti. “Kestanenin kabuğu çizilip, sobanın üzerine konuluyor. Bir süre sonra kabuğundan hafifçe yanık kokusu yükselince, maşayla alınarak, bir tabakta toplanıyor. Sonra aile bireyleri kabuğunu soydukları kestaneleri yiyordu.”
Bir öğrenci, okuma parçası bitince, “Öğretmenim, ben hiç kestane görmedim” dedi. Bu söz onu çok sarstı. Diğer öğrenciler de “Biz de kestane görmedik, kestane yemedik” dediler. Bu kez ağladı.
Öğrencilerine kestaneyi, yetiştiği yerleri anlattı. Ve kendine “Ben bu çocuklarıma mutlaka kestane yedireceğim” sözünü verdi. Bunu yüksek sesle öğrencilerine de söyledi. Öğretmenin sözü, sınıfta sevinç dalgası estirdi, havayı adeta kestane kokusu sardı.
Okullar kapandı. Hiperaktif öğretmen o yaz Ankara’ya geldi. Hemen bir iş buldu. Çalıkuşu daha ilk haftadan uçtu gitti, onun yerine geveze bir papağan geçti.
Bir görüşmemizde işten ayrılma aşamasındaydı. Okuduğu ve gezdiği kentleri, yaşamından kesitler anlattı.
Birkaç gün sonra işten ayrıldı. İşsizliğe aldırdığı yoktu. Ev kirasını baba ödüyor, cep harçlığını ağabeyleri veriyordu.
Kestane öyküsünü de o günlerde paylaştı. “Düşünebiliyor musun, çocuklar kestane görmemiş” dedi.
“Peki, sözünü tuttun mu, çocuklara kestane gönderdin mi?” diye sordum. İki yıl olmuş, köyden ayrılalı.
Hayır, göndermemiş. Bir gün kendisi gidecekmiş köye. Kestaneyi de o zaman götürecekmiş. Çocukların yüz ifadelerini görmek, mutluluklarını ve kestaneyi ellerine aldıkları andaki duygularına tanıklık etmek istiyormuş.
Bu konuşma, Eymir Gölü kıyısında, sobanın üstünde kabukları kavrulan kestanelerden dumanların tüttüğü bir kafede geçti. Duygusaldı, anlatırken gözleri nemlendi. Kestaneleri kargo ile gönderebileceğine yönelik önerimi reddetti.
Daha sonra Ankara’dan ayrıldı. Eş ve istediği bir iş buldu. Türkiye’nin en çok kestane üretilen kentine yerleşti.
Unutmak ihanettir!
Yıllar geçti, görüşemedik. Birbirimizi hiç aramadık. Ankara’ya gelmiş, “Birkaç gün buradayım. Görüşelim” dedi.
Kızılay’da buluştuk. Tunalı’yı özlemiş, gittik. Kuğulu Park’ta bir süre oyalandık. Bir yerde oturmak için bakınırken, bir seyyar tezgahtan kestane kebap kokusu burnumuza kadar geldi. “Ankara’daki kestanelerin lezzeti başka yerde yok. Biraz alalım” dedi.
Kestaneci minik paketi hazırlarken, o an aklına gelmiş gibi “Tüh, kestane şekeri getirmeyi unuttum. Acele çıktım, böyle oldu, kusura bakma artık” dedi. Kestane şekeri üreten ünlü markaların Ankara’da da satış yerleri açtığını söyledim.
Kafede çay içerken, minik poşetten kestaneleri çıkardı. En irisini seçti, kabuğunu soyarken, sordum: “Öğrencilerine kestane götürebildin mi?”
İri kestaneyi soymuştu. İkiye böldü, masaya sıcak kestanenin dumanı ve kokusu yayıldı. Büyük parçayı bana uzattı. Kestaneyi aldığım anda, “12 yıl oldu. Öğrencilerin hepsi 20 yaşını geçmiştir. Doğrusunu istersen ne kestane aklıma geldi, ne köy” diye hızlı hızlı anlattı.
Konuşurken sözcüklerindeki arsız ve pişkin ifadeyi yakaladım. Sesinde ve yüzünde hüzünden eser yoktu. Hiç mahcup olmuşa da benzemiyordu. Elimdeki yarım kestane ağırlaştı, ağzıma götüremedim. Çay tabağının kenarına yavaşça bıraktım.
Her şey değişiyor. Her şey bu kadar hızlı mı değişir? Unutmak, sözüne sadık kalmamak değişimin kuralı mı?
Sustum. Konuşacak gücüm kalmamıştı. Anladım ki unuttuğu sadece kestane şekeri değilmiş. “Söz adaktır, ahittir” ilkesi de unuttuklarından olmuş.
O gün kendimi ihanete uğramış hissettim. Elim ne zaman bir kestaneye uzansa, Tunalı’daki o kafeyi hatırlar, kor avuçlamış gibi yanarım. O günden bu yana kestane kebaba elim gitmez. Ne zaman Ankara’ya kar yağsa bu anımı hatırlarım. İçim ürperir, gözlerim nemlenir. Dostoyevski demiş ya, “İster tatlı, ister acı, her hatıra insana keder verir.”