[simple-author-box]
Türkiye’de çok “Karagöl” gördüm. Görmediklerimin daha çok olduğunu biliyorum. Ankara, Artvin, Bolu, Balıkesir, Denizli, İzmir ve Niğde’de adı “kara” olan göllerimiz var. Elmalı’da da Karagöl varmış, ben görmedim. Bu göllerimiz gökkuşağını andıran renkleriyle ve sessizlikleriyle huzur veren yerlerdir. Böyle güzel göllere “Karagöl” adını neden vermişler hiç anlayamadım? Bahar bazı kentlere çoktan geldi. Tabiat çeyizlik renkli yorganını yüklükten çıkarıp sereli haftalar oldu. Hiçbir yer açıkta kalmadı. Şefkatli bir yorgan, belki de tılsımlı. Gözlerden ırak tezgâhlarda toprağın ve suyun dokuduğu bir yorgan... Bir anda seriliyor, bir süre kalıyor, renk dönüşümleri geçiriyor, sonra canlılığını yitiriyor ve pörsümüş bir halde dürülüyor ve geldiği yere dönüyor. Bu günler yorganın ilk günleri. El değmemiş, lekelenmemiş, sakız halleri. Her yer renk cümbüşü, her yer koku içinde. Yer gök canlı, diri, ışıl ışıl, nemli ve parlak. Havada coşku var, adeta şenlik günleri... Ankara’dayım, evimdeyim ve bunları düşünüyorum. Bu tarihlerde çoktan yollarda olurdum ama kovit 19 öyle bir gardiyan ki, adım attırmıyor. Ne kadar ceza alacağını ve ne süre hapis yatacağını bilmeyen, duruşmalara gidip gelen ve hakkında bir türlü hüküm verilemeyen tutuklular gibiyim. Virüs kılık değiştirdi diyorlar, mutasyona uğruyormuş. Bir tür yeni sürümüyle arzı endam etme eylemi. Bu yüzden pandemi önlemleri yeniden artırılıyor. Bir öyle, bir böyle. Ne yapılması gerektiği konusunda kafalar karışık. İnsanoğlunun kafasının berrak olduğu görülmüş şey midir? Bir baharı daha kaçıracak olmanın hüznü yüreğimin ortasına çöktü. Giden günler ömürden. İçimde bir sızı, tarif etmekte zorlanıyorum. Dünyada olmak bir seyahat hali değil midir? Bir yere varmaktan çok, yolda olma. Uğraşıp çabalayan halimize bakınca, evet öyle. Geziler genelde yoldaşlarla yapılır; eş, arkadaş, çoluk çocuk... Bir güzergâh vardır, bir durak belirlenmiştir. Gidilip görülecek, dağ bayır gezilecektir. Kişi gittiği yere kendisini götürendir. Kendini ayrılırken geride bırakan olmuş mudur? Tebdil-i mekânda ferahlık vardır demişler ya. Kim gittiği yerde huzura eriyor? Hz. Mevlana’ya sormuşlar: “Bu kişi mekân değiştirdi ama ferahlık bulamadı. Sebebi n’ola?” Cevap vermiş: “Gittiği yere kendisini de götürmüş olmalı.” Galiba kişinin kendisiyle gitmediği tek yer mezarı. Kim bilir... Gerçek yolculuklar içimize yaptığımız uzun yürüyüşlerdir, dur durak yoktur, molasız, bitmeyen bir seyahat. Pir Sultan Abdal’ın şiiri, içimizdeki yolculuğu mu anlatır yoksa dünya ahvalini mi? Şiir okuduktan sonra karar verin. Seyyah olup şu alemi gezerim Bir dost bulamadım gün akşam oldu Kendi efkarımca okur yazarım Bir dost bulamadım gün akşam oldu İki elim kalkmaz oldu dizimden Bilmem amelimden bilmem özümden Akıttım kanlı yaş iki gözümden Bir dost bulamadım gün akşam oldu Yine boralandı dağların başı Akıttım gözümden kan ile yaşı Emaneti alır ol veren kişi Bir dost bulamadım gün akşam oldu Bozuk şu cihanın pergeli bozuk Yazıktır şu geçen ömre yazık Tükendi daneler kalmadı azık Bir dost bulamadım gün akşam oldu Pir Sultan'ım eydür ummana dalam Gidenler gelmedi bir haber alam Abdal oldum çullar giydim bir zaman Bir dost bulamadım gün akşam oldu. Vasıtasız, parasız, pulsuz istediğiniz yere gitmenin, hem oturup hem gezmenin yolu kalp ve zihindir. Seyr ü sülûk, manevi yolculuktur. Kalkış yeri kalptir. Uçsuz bucaksız kapılar açarmış, sır perdesini aralarmış. Dünya gözünün göremeyeceği varlıkları gösterirmiş. İçsel seyahatin doruk noktasıymış. Tatmadım, bilmiyorum. Ramazan’ın ilk günleri... Böyle bir ruh halindeyken, zihnim benden izin almaya tenezzül bile etmeden eski defterleri karıştırmış. Nerden bulup çıkarmışsa, getirip önüme Borçka Karagöl’ü koydu. Aşık Nesimi’ye nispet yapacak halim yok. O kanatsız seyretme makamında bense kanat sahibi olmaktan çok uzak. Gah çıkarım gökyüzüne Seyrederim alemi Gah inerim yeryüzüne Seyreder alem beni Bazı yolculukların hareket noktası zihindir. Kalp ve zihin arasında seyahat eden yolcular arasında dervişler, ermişler, ozanlar ve sanatçılar vardır. Onlar hep bir yerdedirler. Hem burada hem ötelerde. Kalp ve zihnin hava sahasına vizesiz girebilsek kim bilir ne uzun yolculuklara çıkarız. Aşık Nesimi misali, ha gökyüzü ha yeryüzü. Seyahatin bir amacı da seyirdir. Nesimi, seyrin başına insanı koymuş. Yani önce insan insanı görecek. Durduğun yere göre gördüğün şeyi değiştirmeyeceksin. Zihnim ta Borçka Karagöl’ü seçti. Oysa daha yakında da karagöller var; Ankara Çubuk ve Bolu Kıbrısçık benim Karagöllerim arasında. Her ikisinde de anılarım var. Salonumun duvarındaki yağlıboya tablolardan biri Kıbrısçık’taki Karagöl’den, gelincikli. Lacivertin, gökyüzünün açık mavisi altında tuval yatağında kucak kucağa sarıldığı bir çalışma. Gelincikler bu kucaklaşmanın ürünü olmalı. Anılar denizinin yorgun teknesinde Borçka Karagöl’e kadar kürek çektim. Karagöl’ü göreli on yıl olmuştur. Zihnin zamanı, sahibinin zamanından farklı oluyor. İstediği zaman dilimine atlayabiliyor. Bulutların üstünde yürüdüğüm, en yükseğe çıktığım, en derine indiğim, yaylalarında soba yaktırıp ısınmaya çalıştığım Artvin’in unutamadığım köşelerindendir Borçka Karagöl. Karagöl, Borçka’ya 27 kilometre mesafede, 1550 metre yükseklikte yer alır. Derinliği 25 metreye ulaşır. Etrafı ladin, göknar, sarıçam, kayın, gürgen ve yüzde 50’si endemik olmak üzere 318 bitki türü ile çevrili cennet köşedir. Orman sarmaşıkları, eğrelti otları, beyaz, mor, sarı çiçek açan orman gülleri Karagöl’e bir başka güzellik katar. Karagöl’de orman işçilerinin konaklamaları için yapılmış bir misafirhane, bir aileye kiralanmış ve işletmeye açılmış. Beyaz kireç badanalı odalarda, sakız gibi çarşafları serili yer yatağında, kuzine sobanın sıcaklığında konakladık. Heyelan nedeniyle oluşan Karagöl’de sabahın ilk ışıklarıyla dinç bir şekilde uyandık. Yılın sadece 30 günü havanın açık olduğu göl çevresinde sisler içinde yürürken, duamız pırıl pırıl bir gün içindi. Öyle oldu. Güneş gölün karanlık yüzünü mora, laciverte dönüştürdü. Balıkların, kurbağaların ve diğer göl canlılarının devinimleri gölde, güneş ışığıyla birlikte titremeler oluşturdu. Kahvaltıyı göl kenarında, ağaç altında yaptık. Odun ateşinde demlenen çayımızı içerken, bir tavuk çalımlı edayla, civciv sürüsü peşinde, masamızın yanında bitti. Bizlere dik dik baktı, başını salladı, dokunmayın yavrularıma dercesine gıdaklayarak, eşinerek, gagasıyla minik taşların dibini yoklayarak yanımızdan hızla uzaklaştı. Civcivleri, bir anne tavuğun bakabileceğinden çok fazlaydı. Bu durum dikkatimizi çekti. Süt emzirme, mama hazırlama, bez değiştirme derdi yok diye şaka yaptığımız sırada, tavuktan feryat yükseldi. Fotoğraf makinesini aldım, tavuğun ve civcivlerin bulunduğu yere gittim. Anne tavuk tüyleri kabarmış vaziyette, kanatlarını açıp kapatıyor, öne, arkaya, sağa, sola çaresizce gidip geliyor, gerçekten feryat ediyor, bağırıyor, öfkeleniyor... Anne tavuğun bu halinin sebebini öğrenmekte gecikmedim. Beş minik yavrusu suya girmiş, kendisi ayakları ıslanacak kadar suyun kenarına varıyor, ileriye gidemiyor. Yavrularına bağırıyor, çıkmalarını emrediyor. Kanat çırpmaları, civcivlerine, “çıkın oradan” yalvarışı veya tehdidi içeriyor. Sudaki civcivlerin aldırış ettikleri yok, keyifleri yerinde. Tavuk, suyun kenarındaki yavrularının etrafında hızlı tur atıp, yeniden ayaklarını ıslatacak derinliği geçemeden, sudaki civcivleri için çırpınıyor. Suda keyif çıkaran civcivler ördek yavrularıymış. Anne tavuk bunu bilmiyor. Üvey anne bile değil, ayrı türün civcivlerini kendi türünden olmadığını ayırt edemiyor. Ama annelik içgüdüsü baskın geliyor. Kuluçka döneminde tavuk yumurtaları arasına ördek yumurtaları konulmuş. Gurk tavuk, yumurtadan çıkan her civcivi kendi yavrusu görerek sahiplenmiş. Ördek yavruları yaratılışlarından gelen özellikleri gereği suyu görünce dayanamayıp göle dalıyor, suya giremeyen tavuk ise bu durumdan habersiz, annelik içgüdüsüyle feryat ediyordu. Karagöl’ün hoş atmosferi, bu tanıklığımla dağıldı. Moralim bozuldu, keyfim kaçtı. Anne hep annedir, her türde her yerde öyledir. Geldiğimizde akşam yemeği olarak közde kırmızı alabalık ikram eden, tertemiz ve sıcacık bir odayı hazırlayan güler yüzlü işletmeciye durumu anlattım. Tavuğa yazık değil mi? dedim. Gülümsedi, bu olayın normal olduğuna inanıyordu. Tavuğun bu işkenceyi en az bir ay daha çekeceğini öğrendiğimde üzüntüm ikiye katladı. Ördek yavruları biraz büyüyüp kardeşlerinden farklı oldukları anlaşıldığında, tavuğun çilesi bitecekmiş. Sudan uzak bir yerde olsa, ördek yavruları suya dalmayacak, anne tavuk bu ızdırabı çekmeyecek. Ama suyu olmayan yerin ördeği olur mu? Zihnimin yolculuğu Karagöl’e oldu. Karagöl’de yaşadığım bu olayı, sanki yeniden yaşadım. Artvin’i, Karagöl’ü ve gurk tavuğu yeni görmüş gibi oldum. Aslında okuduğumuz öykü, şiir, dinlediğimiz müzik, izlediğimiz film, bir sohbet bizi bir yerlere götürür, diyar diyar gezdirir. Göklerde uçurur, okyanuslarda yüzdürür. Her birimizin içinde kainat vardır. İç dünyamızda yolculuğa çıkmazsak, o güzel dünyaları göremez, kendi karanlığımızda boğulup gideriz. Yolculuğa niyet eden hangi araçla seyahate çıkacağını seçme hakkına sahiptir. İster kitap, ister sohbet, ister müzik. Araç çeşidi çok. Seçim sizin. Dışarıda kovit belası varmış, kimin umurunda? Henüz anılarımıza bulaşamıyor, hayali gezilerimize engel olamıyor. Şimdilik...