[simple-author-box]
Kuru gürültüyle görünür olmak, bağırıp çağırmakla güçlü görünmek isteyenlerin yaygarasından yılmış olmalıyım ki, sakin ve nezaketle konuşan, ses tonu yumuşacık birini duysam içim huzurla dolar.
O insanların ne söylediklerine değil, nasıl söylediklerine dikkat kesilirim. Nasıl bir tavır, nasıl bir üslup nasıl bir edep, tevazu, dinginlik... Sözcükleri bu denli yumuşatan dil mi, gönül mü, öz mü? Yanıtını bulamadığım sorudur.
“Allah’ım, bu güzel insanları aramızdan eksik etme, sayılarını artır” diye gönülden dua ederim.
Bir tv programında gördüm böyle birilerini. Bir kibar amca; 70-75 yaşlarında. Kısa kesilmiş ve başının yarısını ancak kapatan beyaz saçlar, kırpık bıyık, sinekkaydı tıraş, tertemiz giyimli, mahcup bir amca. Bilmem ki neden, bana Kocatepe Camisi’nin müezzinlerini anımsattı.
Bir genç kız; Kocatepe Camisi’nin müezzinine benzettiğim kişinin yakınında oturuyor.
Minyon, gözlüklü, hem güzel hem zarif... Sade giyimli kızımız diliyle, duruşuyla, hüzünlü yüz ifadesiyle beyefendinin nezaketinin genç bedende hayat bulmuş hali...
Programın 15-20 dakikalık bölümünü izledim. Öykü, 1993 yılında Ankara’da, Kızılırmak Sokak’ta başlıyor.
Nur yüzlü, edep timsali beyefendi, Kızılırmak Sokak’ta, şimdilerde apartman görevlisi denilen işi yapıyor. O günlerdeki söyleyişle kapıcı.
Nur yüzlü amcamız, 27 yıl önce şubatın soğuk bir gününde, sabahın erken saatlerinde apartmanın girişinde bir bavul görüyor.
Kızılırmak hareketli bir sokak. İster yaz, ister kış, Kızılırmak’tan her mevsim kalabalık akar. O yıllarda Ankara’da olaylar da eksik değil.
Apartman görevlisi, bina girişinde gördüğü bavulu ellemeye korkuyor, ayağının ucuyla dürterek itekliyor. Bavuldan ağlama sesi duyuyor ve bir bebek olduğunu anlıyor. Minik yavruyu bavuldan çıkarıp kucağına alıyor, evine götürüyor.
Stüdyodaki hüzünlü, kaygılı ve kanadı kırık kuş gibi ürkek kızımız, ayakucuyla iteklenen bavuldan çıkan o bebek.
O günün üç beş günlük bebeği şimdi 27 yaşında ve köklerini bulmak için bir tv programına katılmış. Kendisini terk eden anneye, babaya veya bir yakınına ulaşmak istiyor.
Stüdyoya telefonla bir kadın bağlanıyor. Kadın, bavuldan çıkan bebeği, çocuk yuvasından 45 günlükken alan kişi... Biyolojik olmasa da gerçek anne...
Nur yüzlü beyefendi ve hüzünlü kız gibi o kadın da güzel insanlardan olmalı. “Kızım, yavrum” diyor ona. “Adını babası koydu, biz onu çok seviyoruz” diye devam ediyor. Kısacık üç beş sözcükten sonra sükut ediyor.
Mahzun kız, kendisini büyüten aileye derinden bağlı. “Benim bir ailem var. Ben kendime aile aramıyorum. Kökenimi, köklerimi arıyorum. Biyolojik anne ve babamı arıyorum” diyor.
Dünün kapıcısı, stüdyodaki nur yüzlü beyefendi, bir soru üzerine kızı bavulda bulduğu günü bir daha anlatıyor. Sonra iç dünyasında fırtınalar kopan hüzünlü kıza dönüyor:
“Kızım özür dilerim. O gün bavulu ellemeden önce ayağımla itekledim. Bavulda senin olduğunu bilsem hiç öyle yapar mıydım? Özür dilerim, kusura bakma” diyor.
Kız ağlamaklı, gözleri nemli. Gülümsüyor. “Ne kusuru, Allah sizden razı olsun” yanıtını veriyor.
Beyefendi genç kızı evine davet ediyor. “Karım seni bir kez daha bağrına bassın. Birlikte yemek yer, çay içeriz. Seni mutlaka görmek istiyor” derken, sanki yıllar sonra torununu görmüş dede gibi duygusallaşıyor.
Bu davet, yüzdeki hüznü anında silip yerini sevince bırakıyor. Genç kız “Gelmez olur muyum, mutlaka sizi ziyaret edeceğim” diye söz veriyor. Bu söz, o yaşlı ve nurlu yüze parıltı olarak yansıyor.
Yufka yüreğim daha fazlasına dayanamıyor. Televizyonu kapatıyorum. Kızımız biyolojik annesini buldu mu, bir yakınıyla temas kuruldu mu? Sonrasını bilmiyorum.
Hayat bir muamma. Hayat bir karmaşa. Hayat senaryolardan daha keskin, sürpriz üstüne sürpriz...
Anne sıcaklığı tatmadan sokağa terk edilen bebeğin bahtına bir merhametli insan düşüyor. Devlet korumaya alıyor. Evlat hasreti çeken dünyalar iyisi bir çift o bebeği evlat ediniyor. Yıllar sonra kader o insanları bir araya getiriyor.
Hayat bir yolculuk, molasız yürüyüş... Yolda gördüklerin ve karşına çıkanlar bahtına.
Bebeği bulan beyefendi, içinde derin bir yara olmalı ki, bavulu ayağının ucuyla dürttüğü için pişmanlığını dile getiriyor, özür diliyor. Öyle ince, öyle ürkek, öyle mahcup çıkıyor o iki kelime dudaklarından: Kusura bakma.
Kırk beş günlükken aldıkları bebeği büyüten anne “O bizim evladımız. Onu çok seviyoruz” diyor.
Kız, kendisini büyüten anneye, kendisini bulan beyefendiye teşekkürler ediyor. “Böyle güzel ortamda büyüdüm. Şükürler olsun Allah’ım” diyor.
Herkes, Allah’ın belirlediği şaşmaz ölçü ve denge doğrultusunda hayat sürüyor. Kader dedikleri bu olmalı.
TV’lerin gündüz kuşaklarında gördüğümüz panik hallerden, saldırgan tavır ve sözlerden eser yok. Nur yüzlü beyefendi sakin, hüzünlü kızımız sakin, telefon konuğu anne sakin. Nezaket sakinlikteymiş. Sakinlik nezaketin kendisiymiş.
Allah hüzünlü kalbi severmiş. Hüzünlü kalpleri sevmemizin sebebi meğer buymuş. Allah hüzünlü kalpleri seviyor ve sevdiriyormuş.
Biz, iyilerle iyileşiyoruz. Bizim en çok ihtiyaç duyduğumuz değer, merhamet ve nezaket. Ettiğimizi bulacaksak, iyilik etmekten ve nezaketten geri durmayalım.
Kızılırmak Sokak’ta, şubat soğuğunda bir bavuldan bir bebek çıkar. Kızılırmak Sokak yerindedir, bavulun önüne bırakıldığı bina ayaktadır ve bebek büyümüştür. Bu öykünün eksiği, nereye atıldığı bilinmeyen bavul ve bu bavula bebeğini koyup kayıplara karışan kadındır. Bavulu merak eden yoktur ama bavulun sahibini bulmak için yanıp tutuşan bir yürek vardır.