Dursun Erkılıç
Köşe Yazarı
Dursun Erkılıç
 

‘Cenaze töreni’ndeki Sol, CHP ve Deniz Baykal...

(Türk siyasetinin efsane isimlerinden Deniz Baykal’ın vefatının ardından… 3 Ekim 2000 tarihli, 23 yıl önceki yazım) CHP, bir olağanüstü kurultayı daha kazasız-belasız atlattı, çok şükür!.. “Bay yüzde 8” olarak, “domates” ve “hizipçi” gibi lakapların yanına bir yenisini daha ekleyen Deniz Baykal yeniden Genel Başkan oldu. Hayırlı-uğurlu olsun... Ancak, bu olağanüstü kurultay da öncekiler gibi, sebep ve sonuçları itibariyle, arkasında ve önünde binlerce soru bıraktı... Eylül 1995’teki 27. Olağan Kurultay ile ilgili gazete arşivlerine dalınca; CHP ve Baykal adına dünden yarına uzanan soru ve sorunlar dağının zirvesinde buluverdim kendimi. Bugünkü gelişmeler gazete, radyo ve televizyonlardan anında izlenebildiği için, arşivlerde yer alan ve bugüne ışık tutan bazı değerlendirmeleri hatırlatmak istiyorum. Hatırlatmayı yapmak için, “kim ne demiş?” diye yazılanları okurken gördüm ki, solu, CHP’yi ve Baykal’ı en iyi “solcu” yazarlar tahlil etmiş! Bu yazı büyük ölçüde solcu yazarların görüşlerinden oluşmaktadır... KİM SOLCU? “Türkiye’de sol bir parti yok” iddiaları üzerine, DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in, “Biz neciyiz?” şeklinde bir soru ile solculuğunu ortaya koyması, iddianın çürütülmesi için yeterli mi acaba? Çünkü CHP’nin 1995 kurultayı öncesinde, “Türkiye’de bilgisayarların partisi hangisi, küçük bir disketin üstüne bir kütüphanenin bilgilerinin kaydedildiği, uzaydaki en küçük ısı farkını algılayan elektronik gözlerin boşlukta dolaştığı, lazerlerin kansız ameliyatta kullanıldığı, bilgiyi on saniyede dünyanın bir ucundan bir ucuna taşıyan internet ağının yeryüzünü sardığı, gen teknolojisinin yeni canlılar yarattığı, fabrikalarda robotların kullanıldığı bu çağın ve bu çağın yarattığı yeni hayat biçiminin temsilcisi olan parti hangisi sizce?” diye soran Ahmet Altan’a göre, Türkiye’de bir sol parti yok. Bu ne demek? Bunu da kendisi açıklıyor: “Sol bir partimizin olmaması demek geleceğimizin olmaması demek.” Sadede gelirsek, halihazırda Türkiye’nin geleceği yok! CHP VE İŞÇİ SINIFI... İyi de bu CHP neyin nesi? Eylül 1995 kurultayı sırasında yazılanların ışığında bugüne uzanmakta fayda var... Onu da yine Ahmet Altan ve Zülfü Livaneli’den dinleyelim. Önce, CHP’deki genel başkanlık mücadelesini, karşılaştığı “Ali Cengiz” oyunlarıyla büyük bir pişmanlıkla tamamlayan ve bunu da pehlivan tefrikası gibi haklı olarak yazıya döken Zülfü Livaneli’nin görüşleri: “CHP kurultayı büyük bir çelişkiyle başladı. Atatürk Spor Salonu’nun içinde parti kendi bünyesiyle hesaplaşıyordu, dışarıda ise işçiler “hükümetten ayrılın! Açız” diye haykırıyorlardı. Hiçbir parti ileri geleni bu kalabalığa yaklaşmaya cesaret edemedi.(...) Aralarında değişik siyasi görüşlere mensup işçiler, belki MHP’liler bile var ama şurası kesin ki işçi sınıfı CHP’ye öfkeli. (...) Gençlik de yoktu kurultayda. Neredeyse bir kulüpteki profesyoneller savaşını yaşıyorduk. Artık iyice emenim ki, bu örgütün üst kesimi halkın sesini duyamıyor.” (10 Eylül 1995, Milliyet) Ben bi şey demiyom, onlar öyle diyo!.. SAHTEKARLIK YORGUNU... Şimdi de buyurun Ahmet Altan’ın CHP değerlendirmesine: “CHP, Türkiye’deki emekçilerin, aydınların, ilericilerin en büyük düşmanı olan devleti solculuk adına savundu ve işin daha da garibi emekçilerle, aydınlardan oy aldı. Türkiye’deki yasakların en büyük savunucusu olan devletin partisi aynı zamanda solcu bir partiydi. (...) CHP’nin kendi iç yapısı devletten avanta almaya alışmıştı, onun için devletçilikten vazgeçemiyorlardı ama oy tabanları da eriyordu, bir sabah aniden ismini Kemalist’ten solcu Kemalist’e çeviren parti cılızlaşıp, güçsüzleşiyordu. (...) Liderleri kim olursa olsun kurtulamayacaklar. Hem Kemalist, hem ilerici olmaları mümkün değil çünkü. (...) Ne olduğu belirsiz bir parti haline geldiler. (...) Sahtekarlık çok yordu onları.” (31 Ağustos 1995, Yeniyüzyıl) BULMA, KEŞFETME, DİRİLTME... TÜSES araştırmasını yorumladığı “CHP solun neresinde?” başlıklı yazısında, Ali Bayramoğlu’nun vardığı sonuç da, CHP’nin durumunu, konumunu ve Türkiye’de solcu bir parti bulunmadığı yönündeki iddiaları haklı çıkaracak türden: “Kısacası, CHP’nin önündeki mesele, en güzel konuşan, en çok kıyak yapacak, en medyatik genel başkanı bulma ve seçme meselesi değildir. CHP’nin önündeki mesele önce solu bulma, solu keşfetme, ardından da diriltme meselesidir.” (5 Eylül 1995, Yeniyüzyıl) Bana sorarsanız her üçü de, dün olduğu gibi, bugün gelinen nokta bakımından da haklı!.. Hatta az bile söylemişler! Bayramoğlu’nun 5 yıl önceki, “solu bulma ve diriltme”den bahsettiği yazısını bugüne uyarlamak gerekirse varılacak sonuç; CHP’nin hem kendisini hem de solu mezara gömdüğüdür... Bu nasıl oldu? ŞENLİK GİBİ CENAZE TÖRENİ!.. Dikkat ederseniz biz araya giren birkaç satır dışında görüş belirtmiyoruz. Öyleyse bir solcuya kulak vermekte yarar var. Solu mezara gömmenin “Eğlenceli bir cenaze töreni”ni anlatan Ahmet Altan’ı dinleyelim: “Şarkılar söylüyorlar, sloganlar atıyorlar, bağırıyorlar, nutuklar çekiyorlar, şarkılar söylüyorlar. Çok neşeliler ve eğleniyorlar. Ben de eğleniyorum. Hayatımda gördüğüm en eğlenceli cenaze töreni bu. Bir partiyi şarkılarla gömüyorlar. Kürsüde söylenen her söz, çekilen her nutuk, duvarlarda yankılanan her slogan bir kürek toprak daha atıyor partinin üstüne.” (12 Eylül 1995, Yeniyüzyıl) LİVANELİ: TARİH DÜŞÜYORUM CHP’nin 1995 kurultayına 4 gün kala “Tarih düşüyorum”u yazan Zülfü Livaneli, partinin bugünlerini görüyormuşçasına bir değerlendirme ile bitiriyordu yazısını: “Kayda geçirmek istiyorum. Seçim yılına girildiği şu günlerde, öteki partiler seçim şarkılarını bile belirlemişken CHP’yi iç hesaplaşmalara alet etmek yanlıştır. Bu parti 1996 seçimlerinde parlamentoya giremezse, CHP tabanı temsil edilemeyecek duruma gelecek ve kendisini koruma tepkisini geliştirecektir. Bu durumu sadece sol değil, Türkiye açısından da büyük bir tehlike olarak görüyorum. Uyarı görevimi yerine getirirken diyorum ki: Eğer Türkiye’yi 21. Yüzyıla, solun temsil edilmediği bir parlamentoyla sokarsanız, bu halk sizi bağışlamayacaktır.” (5 Eylül 1995, Milliyet) Livaneli, CHP’nin parlamento dışında kalması konusundaki küçük tarih sapması ve “bağışlanma” hususundaki yanılgıları dışında gerçekten de tarihe not düşen bir öngörüde bulunmuş... BELALI GÖREV… Livaneli’nin bir gün sonraki yazısı ise “Genel Başkanlık kimin hakkı?”nı ele alıyor: “Soruyu böyle koyarsanız, cevabı açıktır: Elbette bir örgütte genel başkanlık, onun en çok kahrını çekmiş, en çok emeği geçmiş kişinin hakkıdır. Bu yüzden CHP örgütünde Deniz Baykal’ın genel başkanlığına “Eh artık hak etti!” gözüyle bakılmasını saygıyla karşılıyorum. Kaldı ki bu iş çok önce olmalıydı. (...) Tekkeyi bekleyenin çorbayı içmesine hiçbir itirazım yok ama şu anda içilecek çorba kalmadı. Tükendi. Bu bakımdan CHP Genel Başkanlığı bir ödül ve makam değil, tam tersine belalı bir görev. Kazanan kişi bir anlamda taçlanacak ama bu, dikenli telden yapılmış bir taç olacak. Nedense herkes bu işe şan-şeref noktasından bakıyor da görev açısından yaklaşmıyor.” Livaneli’nin bu dileği değilse bile dedikleri de çıkıyor ve yukarıda okuduğunuz bir gün önceki yazısında yer alan “kehanet”lerinin yolu açılmış oluyor... HOCA’YA BAKIŞ... Koray Düzgören’in CHP ve Mülkiye’den hocası Deniz Baykal için 5 yıl önce yazdıkları da hatırlanmaya değer: “CHP’de bir tek şeyin mücadelesi yapılıyor: Koltukların. Aşağı yukarı 30 yıla yakındır siyasi hayatımızı ve CHP’yi izliyorum; herhangi bir yeni düşüncenin, ideolojinin, yenilikçiliğin, evrenselliğin mücadelesinin yapıldığını hiç görmedim. Hep lider ve üst yönetim mücadelesi yapıldı. Eğer öyle olmasaydı hocam Deniz Baykal’ın bu son kurultayda nihayet genel başkanlığa seçilmesi başka bir anlam taşırdı. Sayın Hocam, “Siyasi partilerde liderin önemi büyüktür!”demiş. Kuşkusuz liderlik ve liderler çok önemli, hele medyatik olurlarsa. Görüntüleri yakışıklı ve konuşmaları şatafatlı olursa daha iyi... Hocamda bunların hepsi var. Ya sonra? Sonrasını hep birlikte göreceğiz... Temel mesele şu: CHP, bugünkü programı, bugünkü kadrolaşması ve bugünkü anlayışıyla böyle bir ihtiyacı karşılayacak parti değil. Neden değil? Bir genel başkan adayı, siyasi hayattan silinmek üzere olan partisinin, hem kendisi, hem de örgütü için hayati önemi olan kurultayında söyleye söyleye şunları mı söylemeliydi: “...CHP’nin adı yolsuzluğa karışmayacak... İktidar tutsağı bir parti olmayacağız... Halkın sarsılan güveninin yeniden kazanacağız...” Bunlar genel doğrular. Tabii ki bir siyasi partinin bu gibi ilkelere uyması gerekir. Bu bir fazilet mi? Bu bir yeni fikir mi? Bunları söyleyen bir genel başkan adayı, 25 yıldır parti içi iktidara susamış da olsa böyle iddiası olan, sol olduğunu iddia eden bir partinin başına asla geçemez. Geçmemeli. Seçilmemeli... Ama seçildi.” (12 Eylül 1995, Yeniyüzyıl) Düzgören bunları son kurultay için değil bundan 5 yıl önceki kurultayın ardından yazıyor. İsteyen tersinden okuyup bugüne uyarlayabilir! “SAVAŞ SANATI” UZMANI... Artık bir “kongre üstadı” haline gelen Deniz Baykal için söylenen hiç mi olumlu şey yok. Güneri Civaoğlu, “Küçük kuvvetlerle büyük orduların nasıl dize getirileceğini” anlatan Sun Tzu’nun savaş sanatını çok iyi bildiğini iddia ettiği Deniz Baykal’ın bir başarısına dikkat çekerken bakın ne diyor: “Deniz Baykal son seçimde yüzde 4.5 oy almış CHP’siyle, kendisinin üç mislinden fazla oya sahip SHP’yi ele geçirmiştir.” (13 Eylül 1995, Sabah) Olaya, Rauf Tamer’in 5 yıl önceki tahlili ile bakarsak, o gün başarı gibi görünen gelişmelerin bugün nasıl nitelendirilmesi gerektiği üzerinde (gerek yok ama) küçük bir tartışma yapmamız gerekebilir. Ne diyordu sayın Tamer, Baykal’ın genel başkan oluşunun ardından: “Adına irade mi diyorsunuz? İnat mı, hırs mı? Dilerseniz ihtiras deyin. Fark etmez. Başarıya bakın. Hele şu birleşme sürecindeki stratejiye bakar mısınız? Baykal, yüzde 4’lerde seyreden bir CHP’yi, götürdü SHP’yle aynı potaya attı... Başarının temelleri o gün atıldı. Çünkü puan cetvelinin 7’nci sırasındaki bir parti, Türkiye’ye hükmeden bir koalisyonun içine sızmakla kalmadı, üstelik ona hayat verdi... İkinci Lig takımının Türkiye Kupası’nda final oynamasına ne dersiniz? İşte öyle oldu. Bu tip bir teknik direktöre ihtiyaç var idiydi ki, kurultay da onu seçti.” O zaman da hayırlı olsundu, bugünde öyle olsun!.. Yazılarındaki ve kafasındaki berraklığı bilmemize rağmen, burada, sayın Tamer’in CHP’ye ve Baykal’a solcular kadar “temkinli” ve “sağlıklı” bakamadığını belirtmek durumundayız. Belki de dışarıdan “farklı” göründüğü içindir... SİYASİ MEVTA VE... Son olağanüstü kurultay öncesi CHP’yi ve Baykal’ı tahlil bakımından dikkat çeken bir yazı da Raoikal Gazetesi’nden Mehmet Y. Yılmaz’a aitti. “Bay Son olağanüstü kurultay öncesi CHP’yi ve Baykal’ı tahlil bakımından dikkat çeken bir yazı da Raoikal Gazetesi’nden Mehmet Y. Yılmaz’a aitti. “Bay Yüzde 8’in dönüşü” manşetiyle çıkan 27 Eylül tarihli sayıda yer alan “Siyasi mevtalar hortlarken” başlıklı yazısının sonunu şöyle getiriyordu Yılmaz: “Seçim sonrasında Baykal’ın istifasıyla başlayan gelişmeler CHP’nin kendini yenileme potansiyelini harekete geçirebileceği düşüncesinin doğmasına yol açmıştı. Ama bugüne kadar yaşananlar ve ortaya çıkan adaylardan da açıkça görülüyor ki CHP’de böyle bir potansiyel yok. CHP ne yeni bir isimle halkın karşısına çıkabiliyor ne de halka söyleyebileceği yeni bir şey var. Belli ki bu biz ‘dışardakiler’in basit bir temennisinden ibaretmiş. Ne partinin insan potansiyeli ne de ideolojik altyapısı buna müsait değilmiş. Son seçimlerden iki lider (Ecevit ve Bahçeli) dışındakilerin tümü yenilerek çıktılar. O tarihte istifa etme yürekliliğini bir tek Baykal göstermişti. Belli ki bu bir ‘yüreklilik gösteri’ değil, bir taktik, bir mecburiyetmiş. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi yeniden halkın karşısına çıkmış olmasını başka türlü açıklayamıyorum. CHP’ye mübarek olsun!” ESKİ TAS ESKİ HAMAM Cumhuriyet’ten Cüneyt Arcayürek’in “Değişimin Adı Yok!” başlıklı yazısında, “Özet: Eski tas, eski hamam!” diye özetlediği CHP kurultayının ardından, bir “sağcı”nın CHP değerlendirmesini okumakta fayda var. Yılmaz Öztuna, Türkiye Gazetesi’ndeki başyazısında şunları söylüyor: “Geçen yılki genel seçimlerin sonunda Cumhuriyet Halk Partisi’nin Meclis dışında kalmasına üzüldüğümüzü bu sütunda ifade etmiştik. Deniz Baykal ve daha nice politikacı, siyasi hayatımıza renk katıyorlardı. Bir sosyal demokrat parti, demokrasinin vazgeçilmez parçasıdır. Ancak Atatürk’ün partisi, Cumhuriyetimiz’i kuran parti edebiyatıyla yakılan ağıtlara karşıyız. Zira tarih gerçeklerine aykırıdır. 1946 sonrası CHP’nin, Atatürk’ün partisi ve Cumhuriyet’i kabul ve lan eden parti ile, ancak isim benzerliği vardır. Tak parti döneminde Atatürk’ün bu isimle kurduğu parti, az mübalağa ile söylersek, bütün veya birçok temayülü tek çatıda topluyordu. 1946’da Demokrat Parti kuruldu, Millet Partisi ve başkaları ortaya çıktı. CHP, genel oyun üçte biri çizgisine düştü. Sonra bir tarihte, marksistler bu partide toplandı. Atatürk’ün milliyetçi partisi maziye karıştı. Milliyetçiliği hasım ilan eden bir teşekkül oluştu. Üçte bir ve bugün onda bir oy alan ve milliyetçiliğe yan bakan bir CHP, Atatürk’ün partisi falan olamaz...” (2 Ekim 2000) HAREKETLİ BİR HAYAT... Türk siyasi hayatının en renkli ve en mücadeleci simalarından biri olan Deniz Baykal, kendisine hedef olarak seçtiği CHP genel başkanlığına 57 yaşında kavuşmasının ardından, partisinin 18 Nisan 1999 seçimlerinde Meclis dışında kalmasıyla bırakmak zorunda kaldığı koltuğuna, 62 yaşında tekrar oturmanın mutluluğu içinde... 20 Temmuz 1938’de Antalya’da doğan Deniz Baykal, kırmızı yanaklı bir delikanlı olarak lise yıllarında “domates” lakabıyla anılıyordu. 1959’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitiren Baykal, 1960’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde asistan oldu. 1963’te doktora çalışmalarını tamamladıktan sonra 2 yıl Amerika’da kaldı . Kolombiya ve Berkley üniversitelerinde çalışmalarını sürdürdü. Öğrencilik yıllarından beri siyasetin içinde bulunan Baykal, DP iktidarına karşı gelişen hareketlerde yer aldı. Kendisi “ben o gösterilerin içinde yoktum” demesine rağmen, Ankara’nın Kızılay Meydanında Adnan Menderes’in yakasına yapıştığı iddiası hep söylendi durdu. Kendisine ilk aktif siyasi görev teklifi, İsmet İnönü’yü devirerek CHP genel başkanı olan Bülent Ecevit’ten geldi. Ekim 1973’teki seçimlerde kontenjandan Antalya milletvekili adaylığı önerilmesine rağmen, “ben önseçime girerek aday olmak istiyorum” dedi ve ön seçimi kazanarak aday oldu. 33 Yaşında bir milletvekiliydi artık. 1974’teki Ecevit hükümetinde Maliye Bakanı, yine Ecevit’in 1978 hükümetinde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’ydı. Baykal, aynı zamanda Ecevit’e karşı parti içinde gelişen muhalefetin de temelini atan kişi oldu. 1979 kurultayında Genel Yönetim Kurulu için Ecevit’e karşı liste çıkardı. Az farkla kaybederek ilk parti içi yenilgisiyle tanıştı. Rövanşa hazırlanırken 12 Eylül geldi... 1983’te siyasi partilerin kurulmasına izin verilince SODEP’in kurulması çalışmalarında yer aldığı için Zincirbozan’da zorunlu ikamete tabi tutuldu. 1984 yılından itibaren Ecevit’e karış Erdal İnönü’nün yanında yer aldı ve SODEP içinde kendi ekibini kurdu. SODEP-HP birleşmesinden sonra ortaya çıkan SHP’de liderlik mücadelesi veren Aydın Güven Gürkan’a karşı yeri İnönü’nün yanıydı. Siyasi yasaklar kalkınca, 1987’de SHP’den Antalya milletvekili seçildi. 1988 kurultayında İnönü’ye karşı liste çıkardı ve İnönü’ye rağmen genel sekreterliğe geldi. Bu arada SHP, 1989 yerel seçimlerinde yüzde 29’luk bir oy ile zafer kazandı. İnönü, Baykal’ın yakın arkadaşı Erol Çevikçe’nin Genel Sekreter Yardımcılığından ayrılmasını  isteyince, buna karşı çıktı ve 10 Eylül 1990’da Genel Sekreterlikten istifa etti. İnönü, olağanüstü kurultayı topladı. Bu ilk vuruşmaydı! İnönü az bir farkla yarıştan galip çıktı. 1991 seçimleri SHP için ciddi oy kayıplarının yaşandığı bir seçimdi. İnönü ve ekibi DYP ile koalisyona hazırlanırken Baykal buna karşı çıktı ve olağanüstü kurultayı toplantıya çağırdı. 1991 sonunda yapılan kurultayda 12 delegenin kayması sonucu İnönü karşısında ikinci yenilgisini aldı. 1992 Temmuzunda, kapatılan partilerin açılmasına izin veren yasadan faydalanarak 20 arkadaşıyla birlikte partiden ayrılarak CHP’yi yeniden açtı. 9 Eylül 1992’de de CHP genel başkanı oldu. İnönü SHP Genel başkanlığını bırakınca birleşme yeniden gündeme geldi. SHP’nin çıkmazları ve açmazları vardı; birleşme baskısına fazla dayanamadı. 18 Şubat 1995’teki kurultayda CHP ile SHP, CHP çatısı altında birleşti. Yeni genel başkan Hikmet Çetin’di. 7 ay “köşesine çekilen” Baykal, CHP genel başkanlığına talip oldu ve kazandı. 30 Ekim 1995’te kurulan DYP-CHP hükümetinde Başbakan yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığı yaptı. 1995’teki seçimlerin ardından 53. Hükümetin kurulmasıyla bu görevlerinden ayrıldı. 18 Nisan seçimlerindeki hezimet yüzünden, 22 Nisan 1999’da genel başkanlıktan istifa etti. Baykal, 11. Olağanüstü kurultayda yeniden CHP Genel Başkanı oldu. Görüldüğü gibi Baykal’ın seyir defteri; seçimler, kongreler, yenilgiler, gidişler ve gelişlerle dolu... Hoş gelişler ola!
Ekleme Tarihi: 15 Şubat 2023 - Çarşamba

‘Cenaze töreni’ndeki Sol, CHP ve Deniz Baykal...

(Türk siyasetinin efsane isimlerinden Deniz Baykal’ın vefatının ardından… 3 Ekim 2000 tarihli, 23 yıl önceki yazım)

CHP, bir olağanüstü kurultayı daha kazasız-belasız atlattı, çok şükür!..

“Bay yüzde 8” olarak, “domates” ve “hizipçi” gibi lakapların yanına bir yenisini daha ekleyen Deniz Baykal yeniden Genel Başkan oldu.

Hayırlı-uğurlu olsun...

Ancak, bu olağanüstü kurultay da öncekiler gibi, sebep ve sonuçları itibariyle, arkasında ve önünde binlerce soru bıraktı...

Eylül 1995’teki 27. Olağan Kurultay ile ilgili gazete arşivlerine dalınca; CHP ve Baykal adına dünden yarına uzanan soru ve sorunlar dağının zirvesinde buluverdim kendimi.

Bugünkü gelişmeler gazete, radyo ve televizyonlardan anında izlenebildiği için, arşivlerde yer alan ve bugüne ışık tutan bazı değerlendirmeleri hatırlatmak istiyorum.

Hatırlatmayı yapmak için, “kim ne demiş?” diye yazılanları okurken gördüm ki, solu, CHP’yi ve Baykal’ı en iyi “solcu” yazarlar tahlil etmiş!

Bu yazı büyük ölçüde solcu yazarların görüşlerinden oluşmaktadır...

KİM SOLCU?

“Türkiye’de sol bir parti yok” iddiaları üzerine, DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in, “Biz neciyiz?” şeklinde bir soru ile solculuğunu ortaya koyması, iddianın çürütülmesi için yeterli mi acaba?

Çünkü CHP’nin 1995 kurultayı öncesinde, “Türkiye’de bilgisayarların partisi hangisi, küçük bir disketin üstüne bir kütüphanenin bilgilerinin kaydedildiği, uzaydaki en küçük ısı farkını algılayan elektronik gözlerin boşlukta dolaştığı, lazerlerin kansız ameliyatta kullanıldığı, bilgiyi on saniyede dünyanın bir ucundan bir ucuna taşıyan internet ağının yeryüzünü sardığı, gen teknolojisinin yeni canlılar yarattığı, fabrikalarda robotların kullanıldığı bu çağın ve bu çağın yarattığı yeni hayat biçiminin temsilcisi olan parti hangisi sizce?” diye soran Ahmet Altan’a göre, Türkiye’de bir sol parti yok. Bu ne demek? Bunu da kendisi açıklıyor:

“Sol bir partimizin olmaması demek geleceğimizin olmaması demek.”

Sadede gelirsek, halihazırda Türkiye’nin geleceği yok!

CHP VE İŞÇİ SINIFI...

İyi de bu CHP neyin nesi?

Eylül 1995 kurultayı sırasında yazılanların ışığında bugüne uzanmakta fayda var...

Onu da yine Ahmet Altan ve Zülfü Livaneli’den dinleyelim.

Önce, CHP’deki genel başkanlık mücadelesini, karşılaştığı “Ali Cengiz” oyunlarıyla büyük bir pişmanlıkla tamamlayan ve bunu da pehlivan tefrikası gibi haklı olarak yazıya döken Zülfü Livaneli’nin görüşleri:

“CHP kurultayı büyük bir çelişkiyle başladı.

Atatürk Spor Salonu’nun içinde parti kendi bünyesiyle hesaplaşıyordu, dışarıda ise işçiler “hükümetten ayrılın! Açız” diye haykırıyorlardı.

Hiçbir parti ileri geleni bu kalabalığa yaklaşmaya cesaret edemedi.(...)

Aralarında değişik siyasi görüşlere mensup işçiler, belki MHP’liler bile var ama şurası kesin ki işçi sınıfı CHP’ye öfkeli.

(...)

Gençlik de yoktu kurultayda. Neredeyse bir kulüpteki profesyoneller savaşını yaşıyorduk.

Artık iyice emenim ki, bu örgütün üst kesimi halkın sesini duyamıyor.” (10 Eylül 1995, Milliyet)

Ben bi şey demiyom, onlar öyle diyo!..

SAHTEKARLIK YORGUNU...

Şimdi de buyurun Ahmet Altan’ın CHP değerlendirmesine:

“CHP, Türkiye’deki emekçilerin, aydınların, ilericilerin en büyük düşmanı olan devleti solculuk adına savundu ve işin daha da garibi emekçilerle, aydınlardan oy aldı. Türkiye’deki yasakların en büyük savunucusu olan devletin partisi aynı zamanda solcu bir partiydi.

(...)

CHP’nin kendi iç yapısı devletten avanta almaya alışmıştı, onun için devletçilikten vazgeçemiyorlardı ama oy tabanları da eriyordu, bir sabah aniden ismini Kemalist’ten solcu Kemalist’e çeviren parti cılızlaşıp, güçsüzleşiyordu.

(...)

Liderleri kim olursa olsun kurtulamayacaklar.

Hem Kemalist, hem ilerici olmaları mümkün değil çünkü.

(...)

Ne olduğu belirsiz bir parti haline geldiler.

(...)

Sahtekarlık çok yordu onları.” (31 Ağustos 1995, Yeniyüzyıl)

BULMA, KEŞFETME, DİRİLTME...

TÜSES araştırmasını yorumladığı “CHP solun neresinde?” başlıklı yazısında, Ali Bayramoğlu’nun vardığı sonuç da, CHP’nin durumunu, konumunu ve Türkiye’de solcu bir parti bulunmadığı yönündeki iddiaları haklı çıkaracak türden:

“Kısacası, CHP’nin önündeki mesele, en güzel konuşan, en çok kıyak yapacak, en medyatik genel başkanı bulma ve seçme meselesi değildir.

CHP’nin önündeki mesele önce solu bulma, solu keşfetme, ardından da diriltme meselesidir.” (5 Eylül 1995, Yeniyüzyıl)

Bana sorarsanız her üçü de, dün olduğu gibi, bugün gelinen nokta bakımından da haklı!..

Hatta az bile söylemişler!

Bayramoğlu’nun 5 yıl önceki, “solu bulma ve diriltme”den bahsettiği yazısını bugüne uyarlamak gerekirse varılacak sonuç; CHP’nin hem kendisini hem de solu mezara gömdüğüdür...

Bu nasıl oldu?

ŞENLİK GİBİ CENAZE TÖRENİ!..

Dikkat ederseniz biz araya giren birkaç satır dışında görüş belirtmiyoruz. Öyleyse bir solcuya kulak vermekte yarar var.

Solu mezara gömmenin “Eğlenceli bir cenaze töreni”ni anlatan Ahmet Altan’ı dinleyelim:

“Şarkılar söylüyorlar, sloganlar atıyorlar, bağırıyorlar, nutuklar çekiyorlar, şarkılar söylüyorlar.

Çok neşeliler ve eğleniyorlar.

Ben de eğleniyorum.

Hayatımda gördüğüm en eğlenceli cenaze töreni bu.

Bir partiyi şarkılarla gömüyorlar.

Kürsüde söylenen her söz, çekilen her nutuk, duvarlarda yankılanan her slogan bir kürek toprak daha atıyor partinin üstüne.” (12 Eylül 1995, Yeniyüzyıl)

LİVANELİ: TARİH DÜŞÜYORUM

CHP’nin 1995 kurultayına 4 gün kala “Tarih düşüyorum”u yazan Zülfü Livaneli, partinin bugünlerini görüyormuşçasına bir değerlendirme ile bitiriyordu yazısını:

“Kayda geçirmek istiyorum.

Seçim yılına girildiği şu günlerde, öteki partiler seçim şarkılarını bile belirlemişken CHP’yi iç hesaplaşmalara alet etmek yanlıştır.

Bu parti 1996 seçimlerinde parlamentoya giremezse, CHP tabanı temsil edilemeyecek duruma gelecek ve kendisini koruma tepkisini geliştirecektir.

Bu durumu sadece sol değil, Türkiye açısından da büyük bir tehlike olarak görüyorum.

Uyarı görevimi yerine getirirken diyorum ki: Eğer Türkiye’yi 21. Yüzyıla, solun temsil edilmediği bir parlamentoyla sokarsanız, bu halk sizi bağışlamayacaktır.” (5 Eylül 1995, Milliyet)

Livaneli, CHP’nin parlamento dışında kalması konusundaki küçük tarih sapması ve “bağışlanma” hususundaki yanılgıları dışında gerçekten de tarihe not düşen bir öngörüde bulunmuş...

BELALI GÖREV…

Livaneli’nin bir gün sonraki yazısı ise “Genel Başkanlık kimin hakkı?”nı ele alıyor:

“Soruyu böyle koyarsanız, cevabı açıktır: Elbette bir örgütte genel başkanlık, onun en çok kahrını çekmiş, en çok emeği geçmiş kişinin hakkıdır. Bu yüzden CHP örgütünde Deniz Baykal’ın genel başkanlığına “Eh artık hak etti!” gözüyle bakılmasını saygıyla karşılıyorum.

Kaldı ki bu iş çok önce olmalıydı.

(...)

Tekkeyi bekleyenin çorbayı içmesine hiçbir itirazım yok ama şu anda içilecek çorba kalmadı. Tükendi.

Bu bakımdan CHP Genel Başkanlığı bir ödül ve makam değil, tam tersine belalı bir görev.

Kazanan kişi bir anlamda taçlanacak ama bu, dikenli telden yapılmış bir taç olacak.

Nedense herkes bu işe şan-şeref noktasından bakıyor da görev açısından yaklaşmıyor.”

Livaneli’nin bu dileği değilse bile dedikleri de çıkıyor ve yukarıda okuduğunuz bir gün önceki yazısında yer alan “kehanet”lerinin yolu açılmış oluyor...

HOCA’YA BAKIŞ...

Koray Düzgören’in CHP ve Mülkiye’den hocası Deniz Baykal için 5 yıl önce yazdıkları da hatırlanmaya değer:

“CHP’de bir tek şeyin mücadelesi yapılıyor: Koltukların. Aşağı yukarı 30 yıla yakındır siyasi hayatımızı ve CHP’yi izliyorum; herhangi bir yeni düşüncenin, ideolojinin, yenilikçiliğin, evrenselliğin mücadelesinin yapıldığını hiç görmedim. Hep lider ve üst yönetim mücadelesi yapıldı. Eğer öyle olmasaydı hocam Deniz Baykal’ın bu son kurultayda nihayet genel başkanlığa seçilmesi başka bir anlam taşırdı.

Sayın Hocam, “Siyasi partilerde liderin önemi büyüktür!”demiş. Kuşkusuz liderlik ve liderler çok önemli, hele medyatik olurlarsa. Görüntüleri yakışıklı ve konuşmaları şatafatlı olursa daha iyi... Hocamda bunların hepsi var. Ya sonra? Sonrasını hep birlikte göreceğiz... Temel mesele şu: CHP, bugünkü programı, bugünkü kadrolaşması ve bugünkü anlayışıyla böyle bir ihtiyacı karşılayacak parti değil. Neden değil? Bir genel başkan adayı, siyasi hayattan silinmek üzere olan partisinin, hem kendisi, hem de örgütü için hayati önemi olan kurultayında söyleye söyleye şunları mı söylemeliydi: “...CHP’nin adı yolsuzluğa karışmayacak... İktidar tutsağı bir parti olmayacağız... Halkın sarsılan güveninin yeniden kazanacağız...” Bunlar genel doğrular. Tabii ki bir siyasi partinin bu gibi ilkelere uyması gerekir. Bu bir fazilet mi? Bu bir yeni fikir mi? Bunları söyleyen bir genel başkan adayı, 25 yıldır parti içi iktidara susamış da olsa böyle iddiası olan, sol olduğunu iddia eden bir partinin başına asla geçemez. Geçmemeli. Seçilmemeli... Ama seçildi.” (12 Eylül 1995, Yeniyüzyıl)

Düzgören bunları son kurultay için değil bundan 5 yıl önceki kurultayın ardından yazıyor. İsteyen tersinden okuyup bugüne uyarlayabilir!

“SAVAŞ SANATI” UZMANI...

Artık bir “kongre üstadı” haline gelen Deniz Baykal için söylenen hiç mi olumlu şey yok.

Güneri Civaoğlu, “Küçük kuvvetlerle büyük orduların nasıl dize getirileceğini” anlatan Sun Tzu’nun savaş sanatını çok iyi bildiğini iddia ettiği Deniz Baykal’ın bir başarısına dikkat çekerken bakın ne diyor:

“Deniz Baykal son seçimde yüzde 4.5 oy almış CHP’siyle, kendisinin üç mislinden fazla oya sahip SHP’yi ele geçirmiştir.” (13 Eylül 1995, Sabah)

Olaya, Rauf Tamer’in 5 yıl önceki tahlili ile bakarsak, o gün başarı gibi görünen gelişmelerin bugün nasıl nitelendirilmesi gerektiği üzerinde (gerek yok ama) küçük bir tartışma yapmamız gerekebilir. Ne diyordu sayın Tamer, Baykal’ın genel başkan oluşunun ardından:

“Adına irade mi diyorsunuz?

İnat mı, hırs mı?

Dilerseniz ihtiras deyin.

Fark etmez.

Başarıya bakın.

Hele şu birleşme sürecindeki stratejiye bakar mısınız?

Baykal, yüzde 4’lerde seyreden bir CHP’yi, götürdü SHP’yle aynı potaya attı... Başarının temelleri o gün atıldı. Çünkü puan cetvelinin 7’nci sırasındaki bir parti, Türkiye’ye hükmeden bir koalisyonun içine sızmakla kalmadı, üstelik ona hayat verdi... İkinci Lig takımının Türkiye Kupası’nda final oynamasına ne dersiniz? İşte öyle oldu.

Bu tip bir teknik direktöre ihtiyaç var idiydi ki, kurultay da onu seçti.”

O zaman da hayırlı olsundu, bugünde öyle olsun!..

Yazılarındaki ve kafasındaki berraklığı bilmemize rağmen, burada, sayın Tamer’in CHP’ye ve Baykal’a solcular kadar “temkinli” ve “sağlıklı” bakamadığını belirtmek durumundayız. Belki de dışarıdan “farklı” göründüğü içindir...

SİYASİ MEVTA VE...

Son olağanüstü kurultay öncesi CHP’yi ve Baykal’ı tahlil bakımından dikkat çeken bir yazı da Raoikal Gazetesi’nden Mehmet Y. Yılmaz’a aitti. “Bay

Son olağanüstü kurultay öncesi CHP’yi ve Baykal’ı tahlil bakımından dikkat çeken bir yazı da Raoikal Gazetesi’nden Mehmet Y. Yılmaz’a aitti. “Bay Yüzde 8’in dönüşü” manşetiyle çıkan 27 Eylül tarihli sayıda yer alan “Siyasi mevtalar hortlarken” başlıklı yazısının sonunu şöyle getiriyordu Yılmaz:

“Seçim sonrasında Baykal’ın istifasıyla başlayan gelişmeler CHP’nin kendini yenileme potansiyelini harekete geçirebileceği düşüncesinin doğmasına yol açmıştı. Ama bugüne kadar yaşananlar ve ortaya çıkan adaylardan da açıkça görülüyor ki CHP’de böyle bir potansiyel yok.

CHP ne yeni bir isimle halkın karşısına çıkabiliyor ne de halka söyleyebileceği yeni bir şey var.

Belli ki bu biz ‘dışardakiler’in basit bir temennisinden ibaretmiş. Ne partinin insan potansiyeli ne de ideolojik altyapısı buna müsait değilmiş.

Son seçimlerden iki lider (Ecevit ve Bahçeli) dışındakilerin tümü yenilerek çıktılar. O tarihte istifa etme yürekliliğini bir tek Baykal göstermişti. Belli ki bu bir ‘yüreklilik gösteri’ değil, bir taktik, bir mecburiyetmiş. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi yeniden halkın karşısına çıkmış olmasını başka türlü açıklayamıyorum.

CHP’ye mübarek olsun!”

ESKİ TAS ESKİ HAMAM

Cumhuriyet’ten Cüneyt Arcayürek’in “Değişimin Adı Yok!” başlıklı yazısında, “Özet: Eski tas, eski hamam!” diye özetlediği CHP kurultayının ardından, bir “sağcı”nın CHP değerlendirmesini okumakta fayda var.

Yılmaz Öztuna, Türkiye Gazetesi’ndeki başyazısında şunları söylüyor:

“Geçen yılki genel seçimlerin sonunda Cumhuriyet Halk Partisi’nin Meclis dışında kalmasına üzüldüğümüzü bu sütunda ifade etmiştik. Deniz Baykal ve daha nice politikacı, siyasi hayatımıza renk katıyorlardı. Bir sosyal demokrat parti, demokrasinin vazgeçilmez parçasıdır.

Ancak Atatürk’ün partisi, Cumhuriyetimiz’i kuran parti edebiyatıyla yakılan ağıtlara karşıyız. Zira tarih gerçeklerine aykırıdır. 1946 sonrası CHP’nin, Atatürk’ün partisi ve Cumhuriyet’i kabul ve lan eden parti ile, ancak isim benzerliği vardır. Tak parti döneminde Atatürk’ün bu isimle kurduğu parti, az mübalağa ile söylersek, bütün veya birçok temayülü tek çatıda topluyordu.

1946’da Demokrat Parti kuruldu, Millet Partisi ve başkaları ortaya çıktı. CHP, genel oyun üçte biri çizgisine düştü. Sonra bir tarihte, marksistler bu partide toplandı. Atatürk’ün milliyetçi partisi maziye karıştı. Milliyetçiliği hasım ilan eden bir teşekkül oluştu.

Üçte bir ve bugün onda bir oy alan ve milliyetçiliğe yan bakan bir CHP, Atatürk’ün partisi falan olamaz...” (2 Ekim 2000)

HAREKETLİ BİR HAYAT...

Türk siyasi hayatının en renkli ve en mücadeleci simalarından biri olan Deniz Baykal, kendisine hedef olarak seçtiği CHP genel başkanlığına 57 yaşında kavuşmasının ardından, partisinin 18 Nisan 1999 seçimlerinde Meclis dışında kalmasıyla bırakmak zorunda kaldığı koltuğuna, 62 yaşında tekrar oturmanın mutluluğu içinde...

20 Temmuz 1938’de Antalya’da doğan Deniz Baykal, kırmızı yanaklı bir delikanlı olarak lise yıllarında “domates” lakabıyla anılıyordu.

1959’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitiren Baykal, 1960’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde asistan oldu. 1963’te doktora çalışmalarını tamamladıktan sonra 2 yıl Amerika’da kaldı . Kolombiya ve Berkley üniversitelerinde çalışmalarını sürdürdü.

Öğrencilik yıllarından beri siyasetin içinde bulunan Baykal, DP iktidarına karşı gelişen hareketlerde yer aldı. Kendisi “ben o gösterilerin içinde yoktum” demesine rağmen, Ankara’nın Kızılay Meydanında Adnan Menderes’in yakasına yapıştığı iddiası hep söylendi durdu.

Kendisine ilk aktif siyasi görev teklifi, İsmet İnönü’yü devirerek CHP genel başkanı olan Bülent Ecevit’ten geldi. Ekim 1973’teki seçimlerde kontenjandan Antalya milletvekili adaylığı önerilmesine rağmen, “ben önseçime girerek aday olmak istiyorum” dedi ve ön seçimi kazanarak aday oldu. 33 Yaşında bir milletvekiliydi artık. 1974’teki Ecevit hükümetinde Maliye Bakanı, yine Ecevit’in 1978 hükümetinde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’ydı. Baykal, aynı zamanda Ecevit’e karşı parti içinde gelişen muhalefetin de temelini atan kişi oldu.

1979 kurultayında Genel Yönetim Kurulu için Ecevit’e karşı liste çıkardı. Az farkla kaybederek ilk parti içi yenilgisiyle tanıştı. Rövanşa hazırlanırken 12 Eylül geldi...

1983’te siyasi partilerin kurulmasına izin verilince SODEP’in kurulması çalışmalarında yer aldığı için Zincirbozan’da zorunlu ikamete tabi tutuldu.

1984 yılından itibaren Ecevit’e karış Erdal İnönü’nün yanında yer aldı ve SODEP içinde kendi ekibini kurdu. SODEP-HP birleşmesinden sonra ortaya çıkan SHP’de liderlik mücadelesi veren Aydın Güven Gürkan’a karşı yeri İnönü’nün yanıydı.

Siyasi yasaklar kalkınca, 1987’de SHP’den Antalya milletvekili seçildi.

1988 kurultayında İnönü’ye karşı liste çıkardı ve İnönü’ye rağmen genel sekreterliğe geldi.

Bu arada SHP, 1989 yerel seçimlerinde yüzde 29’luk bir oy ile zafer kazandı. İnönü, Baykal’ın yakın arkadaşı Erol Çevikçe’nin Genel Sekreter Yardımcılığından ayrılmasını  isteyince, buna karşı çıktı ve 10 Eylül 1990’da Genel Sekreterlikten istifa etti. İnönü, olağanüstü kurultayı topladı. Bu ilk vuruşmaydı! İnönü az bir farkla yarıştan galip çıktı. 1991 seçimleri SHP için ciddi oy kayıplarının yaşandığı bir seçimdi. İnönü ve ekibi DYP ile koalisyona hazırlanırken Baykal buna karşı çıktı ve olağanüstü kurultayı toplantıya çağırdı. 1991 sonunda yapılan kurultayda 12 delegenin kayması sonucu İnönü karşısında ikinci yenilgisini aldı.

1992 Temmuzunda, kapatılan partilerin açılmasına izin veren yasadan faydalanarak 20 arkadaşıyla birlikte partiden ayrılarak CHP’yi yeniden açtı.

9 Eylül 1992’de de CHP genel başkanı oldu.

İnönü SHP Genel başkanlığını bırakınca birleşme yeniden gündeme geldi. SHP’nin çıkmazları ve açmazları vardı; birleşme baskısına fazla dayanamadı. 18 Şubat 1995’teki kurultayda CHP ile SHP, CHP çatısı altında birleşti. Yeni genel başkan Hikmet Çetin’di.

7 ay “köşesine çekilen” Baykal, CHP genel başkanlığına talip oldu ve kazandı.

30 Ekim 1995’te kurulan DYP-CHP hükümetinde Başbakan yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığı yaptı. 1995’teki seçimlerin ardından 53. Hükümetin kurulmasıyla bu görevlerinden ayrıldı.

18 Nisan seçimlerindeki hezimet yüzünden, 22 Nisan 1999’da genel başkanlıktan istifa etti.

Baykal, 11. Olağanüstü kurultayda yeniden CHP Genel Başkanı oldu.

Görüldüğü gibi Baykal’ın seyir defteri; seçimler, kongreler, yenilgiler, gidişler ve gelişlerle dolu...

Hoş gelişler ola!

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ankhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.