Dursun Erkılıç
Köşe Yazarı
Dursun Erkılıç
 

TOPA TUTULAN TOPÇULAR VE...

[simple-author-box] Futbolu bir “afyon” gibi görenlerin sayısı az değil... Özellikle Avrupa Futbol Şampiyonası çeyrek finalinde elediğimiz Potekiz’in diktatörü Salazar’ın formüle ettiği “3 F” (futbol-fiesta-fado); yoksulluk içinde kıvranan ve demokrasiden mahrum geniş kitleleri uyutmanın etkili bir silahıydı... İşe bu açıdan bakanların haklı sayılacağı yanlar var elbette... Bu arada, Türkiye’nin ev sahibi Belçika’yı yenerek Şampiyona dışına itmesinden sonra sevinç gösterileri yapan Türklerin arasına; Azerbaycanlıların, İranlıların, Faslıların ve diğer ülke insanlarının katılmasını, “mazlumluk paylaşımı” olarak görenler vardı... Necati Doğru ise Türkiye’nin futbolda parlayan yıldızına “aynı zaviyeden” fakat farklı bir gözle bakıyordu... “Futbol tedavi eder mi?” başlıklı yazısına; “Futbol’da bir dalgıçla dağcının hedef tanımayan başarısı gibi zaferden zafere gidiyoruz. Sevincimiz sonsuz... Heyecanımız zirvede... Umudumuz tepede...” Diye başlıyor; Portekiz’i de eleyebileceğimizi söylüyordu. Ardından da asıl konuya geliyordu: “Bizim takım her alanda iyi. O yendikçe biz de yenmiş gibi oluyoruz. Avrupa’dan geri kalmışlık özrümüzü gidermiş gibi oluyoruz. Futbol yeni afyon... İyi uyuşturucu... Taze diyazem...” Bu kadar sözün ardından başka bir diyeceği olmalıydı Necati Doğru’nun: “Prof. Dr. Hilmi Demiray, “Astarsız elastik tüplerdeki dalgaların modülatör ile incelenmesi” araştırması sırasında yeni bir buluş yaptı. Kendisi mühendis olmasına rağmen, bu araştırmayla insandaki damar ve kalp hastalıklarının nedenlerini anlayacak, inceleyecek bir bilimsel metod geliştirmiş oldu. Dünya ölçüsünde bir zafer ve verilen ödül sadece 1000 dolar. Futbol yeni afyon... İyi uyuşturucu... Taze diyazem... Ah bir de bilim olsa... Bilim adamlarımızın zaferi de, tıpkı futbolcularımızın kazandığı zaferler gibi, kahveleri, açık tribünleri, sokakları ayağa kaldırsa... (...) Futbol zaferini... Karnavala çevirdiği gibi... Bilim zaferini de... Festivale dönüştürebilse...” Necati Doğru, bir “fantezi” gibi görünen düşüncelerinde haksız da sayılmaz aslında... Ancak konumuz sadece futbol ve Avrupa Şampiyonası olduğu için; gecikmiş bir yazının telaşıyla klavyenin tuşlarını dövmeye devam edelim... EVET, BİR BAŞARI... Türk Milli Futbol Takımı’nın bir Avrupa Futbol Şampiyonası macerası daha sona ereli epey oldu. Ancak, haftalık bir dergide değerlendirme yapmak; olayın hemen ardından “ahkam kesme” şanssızlığını doğurduğu gibi, suların durulmuş olduğu bir ortamda olaylara daha soğukkanlı bakma imkanı da tanıyor. Öncelikle belirtmem gerekir ki; Avrupa Futbol Şampiyonası’nda Türk Milli Takımı’nın elde ettiği sonuçları ve Avrupa’nın ilk 8 takımı arasına girmesini herkes gibi ben de bir “başarı” olarak kabul ediyorum... Fakat ay-yıldızlılarımızın bir başarı elde ederken “başarısızlığı” da başarması her takıma nasip olmaz! Nasıl olur? Bal gibi olur! Çeyrek final maçında Portekiz karşısında yaşanan “anormallikler”i normale çevirebilsek, şimdi Avrupa’nın ilk dört takımı arasındaydık belki de... Belki de finalisttik... Bir hayal gibi görünse de şampiyonluğu yakıştırabilirdik kendimize... Bu çerçevede, hem artık Fenerbahçe Teknik Direktörü olan Mustafa Denizli’yi, hem Avrupa’yı fetheden taraftarlarımızı, hem futbolcularımızı, hem de medyamızı yeniden elekten geçirmenin bir zararı yok; aksine, faydası bile olabilir... Tugay’ın davranış çirkinliğine ve Sergen’in saygısız demeçlerine hiç değinmeyelim... Çünkü, bu olayları lanetlemek bile onlara değer vermek olur... ÖNCE DENİZLİ... Mustafa Denizli, Türk futbolundaki “mantalite değişikliği”nin mimarlarındandır... Küçük düşünmenin, insanlar gibi kulüp ve milli takımları da küçülteceğini ilk fark edenlerden... Zaten Mustafa Denizli’yi Mustafa Denizli yapan; Galatasaray Teknik Direktörü iken, Avrupa kupalarındaki rakibine İstanbul’da yenildikten sonra verdiği demeçte, “Gider yeneriz, turu geçer geliriz” demesi ve bunu başarmasıdır... Ya da rakip sahada Neucatel Samax karşısında alınan ve Avrupa Kupaları için telafisi çok zor olan 3-0’lık bir yenilginin ardından, “Hala şansımız yüzde 51” diyebilmesi ve bu yüzdeyi tutturabilmesidir... Futbolcusu, seyircisi, hakemi ile on yıllardır “anamızı ağlatan” Avrupa takımları karşısındaki psikolojik ezikliğimizi üzerimizden atmamızın “fikir” ve “zikir babası” Mustafa Denizlidir... Artık Türk futbolcusu sadece Avrupa’nın değil, dünyanın sayılı takımları arasındaki rakipleri karşısına boynu bükük, yüreği hop hop ederek çıkmıyor ve başa baş mücadele edebiliyorsa; bunun temelinde yatan Mustafa Denizli’nin “Yüzde 51”idir!.. Avrupa Şampiyonası’nda hiç mi hatası yoktu Denizli’nin? Elbette vardı... Buna rağmen, İngiliz The Observer Gazetesi’nde yayımlanan bir yorumda; futbolda yeni dünya düzeninin “Güney’i işaret ettiğine” dikkat çekiliyor ve Mustafa Denizli’nin bu yeni eğilimi en çabuk fark edenlerden biri olduğu anlatılıyordu... Gerçekten de turnuvaya damgasını vuran Avrupa Kıtası’nın güneyindeki Akdeniz ülkeleri oldu... Denizli’nin; takıma hazırlık maçları yaptırmaması, her maça farklı kadro ile çıkması, sahaya yansıyan futbol anlayışı bakımından hataları vardı... Ancak bina rağmen, Avrupa’nın en iyi 4 takımı arasına girmemiz kendi hatalarının yanında, yine kendi değerlendirmesiyle, “hedefin futbolculara büyük gelmesi” gibi bir “gariplik”le de ilgili olabilir... Sonuçta; kimileri, “Mustafa Denizli’ye rağmen bu şampiyonaya geldik” dese de, netice itibariyle bu başarının mimarı o... GELELİM ŞAMPİYONAYA Türk Milleti, milli takımından gerçekten de iyi bir başarı bekliyordu... Bu beklentiyi arttıran pek çok “faktör” ve “aktör” vardı... Niye olmasın ki; 4 yıl önce gol atamadan, puan alamadan evine dönen bir takımın; eleme grubu ve baraj maçlarında ortaya koyduğu futbol ve elde ettiği sonuç böyle bir beklentiyi haklı kılıyordu... Üstelik, dünyanın dikkatini çeken futbolcularımız da rakiplerimizi tir tir titretiyordu... Avrupa Futbol Şampiyonası’ndaki ilk rakibimiz İtalya gibi bir dünya devinin teknik direktörü ve futbolcuları karşılaşma öncesi verdikleri beyanatlarda “maç ortada” diyebiliyorsa, bu Milli Takımımız adına gerçekten de önemli bir gelişmeydi... Neyse, çıktık maça... Aman Allah’ım!.. İtalyanlar her topu aldığında yüreğimiz ağzımıza geliyordu... Sağdan, soldan, ortadan yıldırım gibi dalan İtalya forvetinin, tüm defansımızı ve kalecimiz Rüştü’yü de geçen şutları, kale çizgisi üzerinde “bitiveren” bir neferimiz tarafından defediliyordu... İsyan; yenilmeye veya yenilen gollere değil, ortaya konan futbolaydı... Türk Milli Takamı bu olamazdı... Böylesine mahkum bir futbol yakışmıyordu millilerimize... Buna rağmen, Okan’ın golü ile beraberliği yakalamamız tribünleri ve takımı coşturmuştu... Kötü oynadığımız maçı lehimize çevirmek gibi bir avantaj geçmişti elimize... Ancak sahada hakem, tribünde “değerli basın mensupları” vardı... Hakem görevini yaptı ve Ogün’ün rakibi ile omuz omuza mücadelesine çalıverdi penaltı düdüğünü... Tabelada 2-1’i gören medya ise hakeme nazire yapar gibi “idam düdüğünü” öttürdü!.. DÜŞMAN BAŞINA! Henüz biten bir şey yoktu... Sadece ilk maç bitmiş, ama ümitler tükenmemişti... Kalemini, mikrofonunu kapan “Mustafa Denizli” diyor başka bir şey demiyordu... Aylardır forma giymeyen Rüştü’ye kale teslim edilir miymiş; kıçını kaldıramayan, ısınma hareketi yaparken esneyen Sergen’e görev verilir miymiş; takımında bile forma giyemeyen Fatih sahaya sürülür müymüş gibi mişli-muşlu, haklı-haksız sorular birbiri ardına sıralanıyor ve sadede geliniyordu: “Denizli ile bu iş yürümez!” Ya taraftara ne demeli?.. Büyük ümitlerle Avrupa’nın ve Türkiye’nin dört bir yanından Hollanda’ya, Belçika’ya akın eden 30 bin taraftarın beklentilerine saygı duymamak insanı “taş yapar!”; ancak, dünyanın sonu anlamına gelmeyen bir maçın ardından milli takım futbolcularına ve Denizli’ye, ağıza alınmayacak küfürler savurmalarını savunmak da insanı insanlıktan çıkarır! Kimse, bu takımı buraya bu futbolcuların getirdiğini düşünmüyordu... İlk maç heyecanının futbolcular üzerinde olumsuz bir etki yapmış olabileceğini ve başka sebepleri dikkate alan ve dile getiren bir Allah’ın kulu da yoktu... Futbolcular üzerine zehir kusanların, Kolombiyalı futbolcu Escobar’ın acı sonunu bilmiyor olması mümkün değil... Milli Takım kampını cenaze evine çeviren bu gelişmeler, futbolcuları ateşlemiş olmalı ki, İsveç maçı biraz daha farklı bir kadro ve futbol anlayışına sahne oldu... YİNE DE KESMEDİ! Avrupa Futbol Şampiyonası’ndaki ikinci rakibimiz İsveç’ti... İsveç’in sahaya çıkan 11’ini seyyar satıcı olarak görenler olmalıydı!.. Kalan maçların bizi çeyrek finale çıkarması için, işin averaj hesaplarına kalması durumunda bol gollü bir galibiyete şartlanan basın ve taraftarları; elde edilen beraberlik tatmin etmiyordu... Yok bu ne biçim futbolmuş, yok bu ne biçim kadroymuş, yok bu ne biçim taktikmiş diyenlerin yanında; İtalya maçı sonrası yapılan eleştirilerin ağırlığını ve bu eleştirilere gösterilen tepkileri haklı bulanlar da vardı... Bunların kaleminden ve mikrofonundan ise “İşimiz son maça kaldı...”, “Haydi aslanlar...” gibi gaz veren ve gönül alan cümleler dökülüyordu... ÇEYREK FİNAL SEVİNCİ... Futbol mu nankör, taraftar mı bilinçsiz, medya mı ikiyüzlü... ne derseniz deyin; turnuvadaki son maçımıza, öncesi ve sonrasıyla bambaşka bir havada girdik... Hem de ev sahibi takımlardan bir olan Belçika ile oynayacak olmamıza rağmen... Bunda, turnuvada başarılı futbollarıyla alkış alan takımların ve dünyada ekol olmuş ülke milli takımlarının içine düştüğü acınacak durumun etkisi yoktu dersek yalan olur!.. Devler sapır sapır dökülürken, Türk Milli Takımı’nın şansı devam ediyordu... Üstelik, daha kendine has futbolunu ortaya koyamamış, saldırıya hazır bir “tim” gibiydi... Tim’in pimi çekildi ve ilk 20 dakikaya hasarsız atlatan millerimiz, döktürmeye başladı... En büyük korkumuz olan; “hakemler ev sahibi takımı çeyrek finale çıkarmak için bize bir tuzak kurar mı?..” gibi endişeler de boşa çıktı... Hakem de, futbolcularımız da, goller de, taraftarımız da muhteşemdi ve bir büyük başarıya daha imza atmıştık... Avrupa futbol Şampiyonası tarihinde ilk defa bir ev sahibi takımı ilk turda elemenin kazandırdığı havayla dünyanın diline düşmüştük!.. Çin’den Amerika’ya kadar herkes bizi ve Belçika karşısında aldığımız 2-0’lık galibiyeti konuşuyordu... Mutluluktan uçuyorduk... İlk iki maçı hatırlayan bile yoktu... Başarı tüm “kötülükleri” unutturmuştu... Ve artık Çeyrek finaldeydik... Milli Takımımız adına bu da bir ilkti... PİSİ PİSİNE ELENDİK! Çeyrek final demek, Türk Milli Takımının Avrupa’nın en iyi 8 takımı arasına girmesi demekti... Bu gerçekten de büyük bir onurdu... Yeni rakip Portekiz’di... Portekiz, turnuvanın en iyi futbol oynayan takımı olarak gösteriliyordu ve gerçekten de öyleydi... Buna rağmen, yarı final şansımızı değerlendiren yabancı futbol otoriteleri; Türkiye’nin Portekiz’i geçmesinin sürpriz sayılmayacağını söylüyordu... Bu da az şey sayılmazdı... Yabancılar da nihayet Mustafa Denizli gibi düşünmeye başlamıştı... Bu koroya medya, taraftarlar ve futbolcular da katılınca, şansımızın yüzde 51 olduğuna milletçe inanmıştık... Yaradana sığınıp çıktık sahaya! İlk turun grup maçlarındaki o top canbazı Portekizlilerden eser yoktu... Ara sıra kalemizi yoklasalar da, biz de ani ataklarla karşılık veriyor ve tırsıtıyorduk rakibimizi... Fakat Belçika maçı için düşündüğümüz endişelerin başında gelen hakem faktörü ile bazı futbolcularımızın sorumsuzluğu birleşince, güzel beklentilerimiz daha ilk yarım saatte kabusa dönüştü... Alpay’ın rakibine yumruk atmasını tereddütsüz kırmızı kartla cezalandıran Hollandalı Dick Jol, Couto’nun Arif’i düşürmesine çaldığı penaltıda resmen taraf tuttu... Bir sarı kartı olan Couto’ya göstereceği bir sarı kart daha, rakibimizi de on kişi bırakacak ve şartlar eşitlenecekti... Ancak, penaltıyla skoru eşitleyebileceğimiz beklentisi başımızı döndürdü!.. Arif’in topu kaleciye nişanlaması tam manası ile yıldızımızın söndüğü andı... İki basit hata ile Gomes’i kahraman yaptığımız karşılaşmayı 2-0 kaybedince evimize dönmek zorunda kaldık... Tribünlerdeki 35 bin Türk gibi Türkiye’deki ve dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca Türk de kahroldu... Artık yeni bir maceraya yeni bir kaptanla atılmanın hesaplarıyla dolu bir sürece girmiştik... GERÇEĞİ GÖRENLER... Bizim kalem ve mikrofon erbabının ne düşündüğünü artık ezberlediğimiz için, yabancı gazete ve televizyonlarda yer alan yorum ve değerlendirmeleri hatırlatmak istiyoruz: İngiliz The Observer Gazetesi, Milli Takımımızı, her takın üstesinden gelebilecek bir takım olarak gösterdiği yorumunda, geçmişte Hollanda ve Almanya gibi takımların bile “Türkiye’nin kılıcıyla biçildiğini” yazıyordu... The Independet Gazetesi ise, bir saat 10 kişi oynamak zorunda kalan takımımızın şanssızlıklardan ve hakem hatalarından yakınma hakkı bulunduğunu ifade ediyordu... İtalyanların; Tutto Sport, La Gazetta Dello Sport, Carriere Dello Sport ve La Repubblica gazeteleri de; Alpay’ın hatasına, hakemin yanlış kararlarına ve kaçan penaltıya dikkat çekerek “Türkiye’nin Avrupa’daki futbol macerası her şeye rağmen güzel bitti” diyordu... Aslında hakeme ayrı bir bölüm ayırmak lazım ama, tüm dünyanın güzleri önünde cereyan eden olaylar karşısındaki tavrını dünya kamuoyunun vicdanına bırakmak en doğrusu herhalde... İsveç karşılaşmamızda alkış alan bir hakemin iki maç sonra böylesine çirkin bir “film”in başrolünde oynamasının çok özel sebepleri olmalı... TARAFTAR ÇELİŞKİSİ... İngiliz holiganları, gittikleri ülkelerin altına üstüne getirip rakip takımların taraftarları ile ölümüne kavgalara tutuşurken, hep lanetlendi, dışlandı... Hatta çirkeflikleri öyle bir düzeye ulaştı ki; UEFA İngiliz Milli Takımı’nı ihraç edebileceğini açıklamak zorunda kaldı... Türk taraftarlar ise, kendi milli takımına çektirdiği “eziyet” dışında, kimseye yük olmadı!.. Aksine, en kalabalık taraftar kitlesi ile oynanan karşılaşmalar Türkiye maçları idi ve bu, turnuvaya renk kattı, heyecan getirdi... Ev sahibi takımlarınki taraftarları kadar Türk seyirci vardı statlarda... Özellikle ilk iki maç sonunda futbolcularımız üzerinde olumsuz etki yapan taraftarlarımızın da sorumluluk bilincinde çeyrek finale çıkmış olması önemli... Çünkü, Belçika ve Portekiz maçlarımızda ilk iki maçtaki çirkinlikler yaşanmadı... Bu da, taraftarlarımızdaki bu iki farklı görüntünün, medyanın dolmuşuna binmiş olmalarından kaynaklandığını gösteriyor... Özellikle İtalya maçının ardından medyanın verdiği “hücum” emri, diğer karşılaşmalar öncesinde yaşanmadığı için böylesine bir taraftar çelişkisi ile karşılaştık... TARAFTAR TİPİ... Televizyon ekranlarına yansıyan taraftar görüntüleri de ilginçti... Elini yüzünü kırmızı-beyaza boyamış olanlar; yüzüne gözüne ay-yıldızlı bayrağımızı nakşedenler; saç tıraşlarını ay-yıldızlı desen gibi kestirenler; sırtlarında, ellerinde Türk bayrakları ile sokakları ve statları bir panayır yerine çeviren Türkler; Bozkurt işaretleri, türbanları, pala bıyıkları, kendine has tepki ve tavırları ile diğer ülke taraftarlarından ayrılıyordu... Gurbetçi gençlerin “Klasik Türk taraftarı” tipini değiştirmeye başladığı, ekranlardaki yabancı akranlarından aşağı kalmayan bir taraftarlık şovu sergilemeleri, gelecekte büyük başarılara imza atmalarını beklediğimiz kulüp takımlarımız ve Milli Takımımız adına umut verici gelişmelerdi...
Ekleme Tarihi: 09 Haziran 2021 - Çarşamba

TOPA TUTULAN TOPÇULAR VE...

[simple-author-box]

Futbolu bir “afyon” gibi görenlerin sayısı az değil...

Özellikle Avrupa Futbol Şampiyonası çeyrek finalinde elediğimiz Potekiz’in diktatörü Salazar’ın formüle ettiği “3 F” (futbol-fiesta-fado); yoksulluk içinde kıvranan ve demokrasiden mahrum geniş kitleleri uyutmanın etkili bir silahıydı...

İşe bu açıdan bakanların haklı sayılacağı yanlar var elbette...

Bu arada, Türkiye’nin ev sahibi Belçika’yı yenerek Şampiyona dışına itmesinden sonra sevinç gösterileri yapan Türklerin arasına; Azerbaycanlıların, İranlıların, Faslıların ve diğer ülke insanlarının katılmasını, “mazlumluk paylaşımı” olarak görenler vardı...

Necati Doğru ise Türkiye’nin futbolda parlayan yıldızına “aynı zaviyeden” fakat farklı bir gözle bakıyordu...

“Futbol tedavi eder mi?” başlıklı yazısına;

“Futbol’da bir dalgıçla dağcının hedef tanımayan başarısı gibi zaferden zafere gidiyoruz.

Sevincimiz sonsuz...

Heyecanımız zirvede...

Umudumuz tepede...”

Diye başlıyor; Portekiz’i de eleyebileceğimizi söylüyordu. Ardından da asıl konuya geliyordu:

“Bizim takım her alanda iyi. O yendikçe biz de yenmiş gibi oluyoruz. Avrupa’dan geri kalmışlık özrümüzü gidermiş gibi oluyoruz.

Futbol yeni afyon...

İyi uyuşturucu...

Taze diyazem...”

Bu kadar sözün ardından başka bir diyeceği olmalıydı Necati Doğru’nun:

“Prof. Dr. Hilmi Demiray, “Astarsız elastik tüplerdeki dalgaların modülatör ile incelenmesi” araştırması sırasında yeni bir buluş yaptı. Kendisi mühendis olmasına rağmen, bu araştırmayla insandaki damar ve kalp hastalıklarının nedenlerini anlayacak, inceleyecek bir bilimsel metod geliştirmiş oldu. Dünya ölçüsünde bir zafer ve verilen ödül sadece 1000 dolar.

Futbol yeni afyon...

İyi uyuşturucu...

Taze diyazem...

Ah bir de bilim olsa...

Bilim adamlarımızın zaferi de, tıpkı futbolcularımızın kazandığı zaferler gibi, kahveleri, açık tribünleri, sokakları ayağa kaldırsa... (...)

Futbol zaferini...

Karnavala çevirdiği gibi...

Bilim zaferini de...

Festivale dönüştürebilse...”

Necati Doğru, bir “fantezi” gibi görünen düşüncelerinde haksız da sayılmaz aslında...

Ancak konumuz sadece futbol ve Avrupa Şampiyonası olduğu için; gecikmiş bir yazının telaşıyla klavyenin tuşlarını dövmeye devam edelim...

EVET, BİR BAŞARI...

Türk Milli Futbol Takımı’nın bir Avrupa Futbol Şampiyonası macerası daha sona ereli epey oldu. Ancak, haftalık bir dergide değerlendirme yapmak; olayın hemen ardından “ahkam kesme” şanssızlığını doğurduğu gibi, suların durulmuş olduğu bir ortamda olaylara daha soğukkanlı bakma imkanı da tanıyor.

Öncelikle belirtmem gerekir ki; Avrupa Futbol Şampiyonası’nda Türk Milli Takımı’nın elde ettiği sonuçları ve Avrupa’nın ilk 8 takımı arasına girmesini herkes gibi ben de bir “başarı” olarak kabul ediyorum...

Fakat ay-yıldızlılarımızın bir başarı elde ederken “başarısızlığı” da başarması her takıma nasip olmaz!

Nasıl olur?

Bal gibi olur!

Çeyrek final maçında Portekiz karşısında yaşanan “anormallikler”i normale çevirebilsek, şimdi Avrupa’nın ilk dört takımı arasındaydık belki de... Belki de finalisttik...

Bir hayal gibi görünse de şampiyonluğu yakıştırabilirdik kendimize...

Bu çerçevede, hem artık Fenerbahçe Teknik Direktörü olan Mustafa Denizli’yi, hem Avrupa’yı fetheden taraftarlarımızı, hem futbolcularımızı, hem de medyamızı yeniden elekten geçirmenin bir zararı yok; aksine, faydası bile olabilir...

Tugay’ın davranış çirkinliğine ve Sergen’in saygısız demeçlerine hiç değinmeyelim... Çünkü, bu olayları lanetlemek bile onlara değer vermek olur...

ÖNCE DENİZLİ...

Mustafa Denizli, Türk futbolundaki “mantalite değişikliği”nin mimarlarındandır...

Küçük düşünmenin, insanlar gibi kulüp ve milli takımları da küçülteceğini ilk fark edenlerden...

Zaten Mustafa Denizli’yi Mustafa Denizli yapan; Galatasaray Teknik Direktörü iken, Avrupa kupalarındaki rakibine İstanbul’da yenildikten sonra verdiği demeçte, “Gider yeneriz, turu geçer geliriz” demesi ve bunu başarmasıdır...

Ya da rakip sahada Neucatel Samax karşısında alınan ve Avrupa Kupaları için telafisi çok zor olan 3-0’lık bir yenilginin ardından, “Hala şansımız yüzde 51” diyebilmesi ve bu yüzdeyi tutturabilmesidir...

Futbolcusu, seyircisi, hakemi ile on yıllardır “anamızı ağlatan” Avrupa takımları karşısındaki psikolojik ezikliğimizi üzerimizden atmamızın “fikir” ve “zikir babası” Mustafa Denizlidir...

Artık Türk futbolcusu sadece Avrupa’nın değil, dünyanın sayılı takımları arasındaki rakipleri karşısına boynu bükük, yüreği hop hop ederek çıkmıyor ve başa baş mücadele edebiliyorsa; bunun temelinde yatan Mustafa Denizli’nin “Yüzde 51”idir!..

Avrupa Şampiyonası’nda hiç mi hatası yoktu Denizli’nin?

Elbette vardı...

Buna rağmen, İngiliz The Observer Gazetesi’nde yayımlanan bir yorumda; futbolda yeni dünya düzeninin “Güney’i işaret ettiğine” dikkat çekiliyor ve Mustafa Denizli’nin bu yeni eğilimi en çabuk fark edenlerden biri olduğu anlatılıyordu...

Gerçekten de turnuvaya damgasını vuran Avrupa Kıtası’nın güneyindeki Akdeniz ülkeleri oldu...

Denizli’nin; takıma hazırlık maçları yaptırmaması, her maça farklı kadro ile çıkması, sahaya yansıyan futbol anlayışı bakımından hataları vardı...

Ancak bina rağmen, Avrupa’nın en iyi 4 takımı arasına girmemiz kendi hatalarının yanında, yine kendi değerlendirmesiyle, “hedefin futbolculara büyük gelmesi” gibi bir “gariplik”le de ilgili olabilir...

Sonuçta; kimileri, “Mustafa Denizli’ye rağmen bu şampiyonaya geldik” dese de, netice itibariyle bu başarının mimarı o...

GELELİM ŞAMPİYONAYA

Türk Milleti, milli takımından gerçekten de iyi bir başarı bekliyordu...

Bu beklentiyi arttıran pek çok “faktör” ve “aktör” vardı...

Niye olmasın ki; 4 yıl önce gol atamadan, puan alamadan evine dönen bir takımın; eleme grubu ve baraj maçlarında ortaya koyduğu futbol ve elde ettiği sonuç böyle bir beklentiyi haklı kılıyordu... Üstelik, dünyanın dikkatini çeken futbolcularımız da rakiplerimizi tir tir titretiyordu...

Avrupa Futbol Şampiyonası’ndaki ilk rakibimiz İtalya gibi bir dünya devinin teknik direktörü ve futbolcuları karşılaşma öncesi verdikleri beyanatlarda “maç ortada” diyebiliyorsa, bu Milli Takımımız adına gerçekten de önemli bir gelişmeydi...

Neyse, çıktık maça...

Aman Allah’ım!..

İtalyanlar her topu aldığında yüreğimiz ağzımıza geliyordu...

Sağdan, soldan, ortadan yıldırım gibi dalan İtalya forvetinin, tüm defansımızı ve kalecimiz Rüştü’yü de geçen şutları, kale çizgisi üzerinde “bitiveren” bir neferimiz tarafından defediliyordu...

İsyan; yenilmeye veya yenilen gollere değil, ortaya konan futbolaydı...

Türk Milli Takamı bu olamazdı...

Böylesine mahkum bir futbol yakışmıyordu millilerimize...

Buna rağmen, Okan’ın golü ile beraberliği yakalamamız tribünleri ve takımı coşturmuştu...

Kötü oynadığımız maçı lehimize çevirmek gibi bir avantaj geçmişti elimize...

Ancak sahada hakem, tribünde “değerli basın mensupları” vardı...

Hakem görevini yaptı ve Ogün’ün rakibi ile omuz omuza mücadelesine çalıverdi penaltı düdüğünü...

Tabelada 2-1’i gören medya ise hakeme nazire yapar gibi “idam düdüğünü” öttürdü!..

DÜŞMAN BAŞINA!

Henüz biten bir şey yoktu...

Sadece ilk maç bitmiş, ama ümitler tükenmemişti...

Kalemini, mikrofonunu kapan “Mustafa Denizli” diyor başka bir şey demiyordu...

Aylardır forma giymeyen Rüştü’ye kale teslim edilir miymiş; kıçını kaldıramayan, ısınma hareketi yaparken esneyen Sergen’e görev verilir miymiş; takımında bile forma giyemeyen Fatih sahaya sürülür müymüş gibi mişli-muşlu, haklı-haksız sorular birbiri ardına sıralanıyor ve sadede geliniyordu: “Denizli ile bu iş yürümez!”

Ya taraftara ne demeli?..

Büyük ümitlerle Avrupa’nın ve Türkiye’nin dört bir yanından Hollanda’ya, Belçika’ya akın eden 30 bin taraftarın beklentilerine saygı duymamak insanı “taş yapar!”; ancak, dünyanın sonu anlamına gelmeyen bir maçın ardından milli takım futbolcularına ve Denizli’ye, ağıza alınmayacak küfürler savurmalarını savunmak da insanı insanlıktan çıkarır!

Kimse, bu takımı buraya bu futbolcuların getirdiğini düşünmüyordu... İlk maç heyecanının futbolcular üzerinde olumsuz bir etki yapmış olabileceğini ve başka sebepleri dikkate alan ve dile getiren bir Allah’ın kulu da yoktu...

Futbolcular üzerine zehir kusanların, Kolombiyalı futbolcu Escobar’ın acı sonunu bilmiyor olması mümkün değil...

Milli Takım kampını cenaze evine çeviren bu gelişmeler, futbolcuları ateşlemiş olmalı ki, İsveç maçı biraz daha farklı bir kadro ve futbol anlayışına sahne oldu...

YİNE DE KESMEDİ!

Avrupa Futbol Şampiyonası’ndaki ikinci rakibimiz İsveç’ti...

İsveç’in sahaya çıkan 11’ini seyyar satıcı olarak görenler olmalıydı!..

Kalan maçların bizi çeyrek finale çıkarması için, işin averaj hesaplarına kalması durumunda bol gollü bir galibiyete şartlanan basın ve taraftarları; elde edilen beraberlik tatmin etmiyordu...

Yok bu ne biçim futbolmuş, yok bu ne biçim kadroymuş, yok bu ne biçim taktikmiş diyenlerin yanında; İtalya maçı sonrası yapılan eleştirilerin ağırlığını ve bu eleştirilere gösterilen tepkileri haklı bulanlar da vardı...

Bunların kaleminden ve mikrofonundan ise “İşimiz son maça kaldı...”, “Haydi aslanlar...” gibi gaz veren ve gönül alan cümleler dökülüyordu...

ÇEYREK FİNAL SEVİNCİ...

Futbol mu nankör, taraftar mı bilinçsiz, medya mı ikiyüzlü... ne derseniz deyin; turnuvadaki son maçımıza, öncesi ve sonrasıyla bambaşka bir havada girdik... Hem de ev sahibi takımlardan bir olan Belçika ile oynayacak olmamıza rağmen...

Bunda, turnuvada başarılı futbollarıyla alkış alan takımların ve dünyada ekol olmuş ülke milli takımlarının içine düştüğü acınacak durumun etkisi yoktu dersek yalan olur!..

Devler sapır sapır dökülürken, Türk Milli Takımı’nın şansı devam ediyordu...

Üstelik, daha kendine has futbolunu ortaya koyamamış, saldırıya hazır bir “tim” gibiydi... Tim’in pimi çekildi ve ilk 20 dakikaya hasarsız atlatan millerimiz, döktürmeye başladı...

En büyük korkumuz olan; “hakemler ev sahibi takımı çeyrek finale çıkarmak için bize bir tuzak kurar mı?..” gibi endişeler de boşa çıktı...

Hakem de, futbolcularımız da, goller de, taraftarımız da muhteşemdi ve bir büyük başarıya daha imza atmıştık...

Avrupa futbol Şampiyonası tarihinde ilk defa bir ev sahibi takımı ilk turda elemenin kazandırdığı havayla dünyanın diline düşmüştük!..

Çin’den Amerika’ya kadar herkes bizi ve Belçika karşısında aldığımız 2-0’lık galibiyeti konuşuyordu...

Mutluluktan uçuyorduk...

İlk iki maçı hatırlayan bile yoktu...

Başarı tüm “kötülükleri” unutturmuştu...

Ve artık Çeyrek finaldeydik...

Milli Takımımız adına bu da bir ilkti...

PİSİ PİSİNE ELENDİK!

Çeyrek final demek, Türk Milli Takımının Avrupa’nın en iyi 8 takımı arasına girmesi demekti...

Bu gerçekten de büyük bir onurdu...

Yeni rakip Portekiz’di...

Portekiz, turnuvanın en iyi futbol oynayan takımı olarak gösteriliyordu ve gerçekten de öyleydi...

Buna rağmen, yarı final şansımızı değerlendiren yabancı futbol otoriteleri; Türkiye’nin Portekiz’i geçmesinin sürpriz sayılmayacağını söylüyordu...

Bu da az şey sayılmazdı...

Yabancılar da nihayet Mustafa Denizli gibi düşünmeye başlamıştı...

Bu koroya medya, taraftarlar ve futbolcular da katılınca, şansımızın yüzde 51 olduğuna milletçe inanmıştık...

Yaradana sığınıp çıktık sahaya!

İlk turun grup maçlarındaki o top canbazı Portekizlilerden eser yoktu...

Ara sıra kalemizi yoklasalar da, biz de ani ataklarla karşılık veriyor ve tırsıtıyorduk rakibimizi...

Fakat Belçika maçı için düşündüğümüz endişelerin başında gelen hakem faktörü ile bazı futbolcularımızın sorumsuzluğu birleşince, güzel beklentilerimiz daha ilk yarım saatte kabusa dönüştü...

Alpay’ın rakibine yumruk atmasını tereddütsüz kırmızı kartla cezalandıran Hollandalı Dick Jol, Couto’nun Arif’i düşürmesine çaldığı penaltıda resmen taraf tuttu... Bir sarı kartı olan Couto’ya göstereceği bir sarı kart daha, rakibimizi de on kişi bırakacak ve şartlar eşitlenecekti...

Ancak, penaltıyla skoru eşitleyebileceğimiz beklentisi başımızı döndürdü!..

Arif’in topu kaleciye nişanlaması tam manası ile yıldızımızın söndüğü andı...

İki basit hata ile Gomes’i kahraman yaptığımız karşılaşmayı 2-0 kaybedince evimize dönmek zorunda kaldık...

Tribünlerdeki 35 bin Türk gibi Türkiye’deki ve dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca Türk de kahroldu...

Artık yeni bir maceraya yeni bir kaptanla atılmanın hesaplarıyla dolu bir sürece girmiştik...

GERÇEĞİ GÖRENLER...

Bizim kalem ve mikrofon erbabının ne düşündüğünü artık ezberlediğimiz için, yabancı gazete ve televizyonlarda yer alan yorum ve değerlendirmeleri hatırlatmak istiyoruz:

İngiliz The Observer Gazetesi, Milli Takımımızı, her takın üstesinden gelebilecek bir takım olarak gösterdiği yorumunda, geçmişte Hollanda ve Almanya gibi takımların bile “Türkiye’nin kılıcıyla biçildiğini” yazıyordu...

The Independet Gazetesi ise, bir saat 10 kişi oynamak zorunda kalan takımımızın şanssızlıklardan ve hakem hatalarından yakınma hakkı bulunduğunu ifade ediyordu...

İtalyanların; Tutto Sport, La Gazetta Dello Sport, Carriere Dello Sport ve La Repubblica gazeteleri de; Alpay’ın hatasına, hakemin yanlış kararlarına ve kaçan penaltıya dikkat çekerek “Türkiye’nin Avrupa’daki futbol macerası her şeye rağmen güzel bitti” diyordu...

Aslında hakeme ayrı bir bölüm ayırmak lazım ama, tüm dünyanın güzleri önünde cereyan eden olaylar karşısındaki tavrını dünya kamuoyunun vicdanına bırakmak en doğrusu herhalde... İsveç karşılaşmamızda alkış alan bir hakemin iki maç sonra böylesine çirkin bir “film”in başrolünde oynamasının çok özel sebepleri olmalı...

TARAFTAR ÇELİŞKİSİ...

İngiliz holiganları, gittikleri ülkelerin altına üstüne getirip rakip takımların taraftarları ile ölümüne kavgalara tutuşurken, hep lanetlendi, dışlandı...

Hatta çirkeflikleri öyle bir düzeye ulaştı ki; UEFA İngiliz Milli Takımı’nı ihraç edebileceğini açıklamak zorunda kaldı...

Türk taraftarlar ise, kendi milli takımına çektirdiği “eziyet” dışında, kimseye yük olmadı!..

Aksine, en kalabalık taraftar kitlesi ile oynanan karşılaşmalar Türkiye maçları idi ve bu, turnuvaya renk kattı, heyecan getirdi...

Ev sahibi takımlarınki taraftarları kadar Türk seyirci vardı statlarda...

Özellikle ilk iki maç sonunda futbolcularımız üzerinde olumsuz etki yapan taraftarlarımızın da sorumluluk bilincinde çeyrek finale çıkmış olması önemli... Çünkü, Belçika ve Portekiz maçlarımızda ilk iki maçtaki çirkinlikler yaşanmadı...

Bu da, taraftarlarımızdaki bu iki farklı görüntünün, medyanın dolmuşuna binmiş olmalarından kaynaklandığını gösteriyor...

Özellikle İtalya maçının ardından medyanın verdiği “hücum” emri, diğer karşılaşmalar öncesinde yaşanmadığı için böylesine bir taraftar çelişkisi ile karşılaştık...

TARAFTAR TİPİ...

Televizyon ekranlarına yansıyan taraftar görüntüleri de ilginçti...

Elini yüzünü kırmızı-beyaza boyamış olanlar; yüzüne gözüne ay-yıldızlı bayrağımızı nakşedenler; saç tıraşlarını ay-yıldızlı desen gibi kestirenler; sırtlarında, ellerinde Türk bayrakları ile sokakları ve statları bir panayır yerine çeviren Türkler; Bozkurt işaretleri, türbanları, pala bıyıkları, kendine has tepki ve tavırları ile diğer ülke taraftarlarından ayrılıyordu...

Gurbetçi gençlerin “Klasik Türk taraftarı” tipini değiştirmeye başladığı, ekranlardaki yabancı akranlarından aşağı kalmayan bir taraftarlık şovu sergilemeleri, gelecekte büyük başarılara imza atmalarını beklediğimiz kulüp takımlarımız ve Milli Takımımız adına umut verici gelişmelerdi...

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ankhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.