Prof. Dr. Zafer Karaer
Köşe Yazarı
Prof. Dr. Zafer Karaer
 

Neden Nobel Alamıyoruz?

Bir gazete haberinde Nobel ödüllü hocamız Sayın Aziz Sancar, Özbekistan’ın Semerkant şehrinde katıldığı Türk Üniversiteler Birliğinin (TÜRKÜNİB) 2023-2024 faaliyetlerine ilişkin yol haritası belirlenmesi toplantısında yaptığı konuşmada Türk devletlerinin bilimsel manada nereden nereye geldiklerini birazda kırmadan, daha doğrusu son 500 senedir, bir yere gelinmediğini ve bilimsel manada bir yerde olunmadığını nazik bir dille anlatmış.. Evet, 500 yıldır, neden bilim dünyasında yokuz, neden Türk Dünyasından üniversiteler uluslararası sıralamalarda ilk sıralarda değil, neden Nobel ödülü kazananımız yok! Bu konu yarım asırlık akademik yaşamımda beni hep rahatsız ettiğinden, nedenlerini, yapılması gerekenleri, zaman zaman çeşitli platformlarda yazdım ve konuştum.. Ancak bugüne kadar bilimsellik adına değişen bir şey olmadığı gibi, maalesef her geçen gün daha da kötüye gidiyor.. Bu yüzden bir kez daha bilimin Türkiye’de tarih içindeki yolculuğunda geçirdiği evreleri; nereden nereye geldiğini, daha doğrusu nereden nereye gittiğini, nedenlerini tekrar gündeme taşıyarak, yetkili birilerinin okuması ve gerekenleri yapması dilek ve hayaliyle bir kez daha yazmak istiyorum. Bilindiği gibi Anadolu, 12 bin yıl önce insanın ilk yerleşik düzene geçtiği, dünyada ilk medeniyetlerin, kültürlerin geliştiği yer olmasıyla, insanlık tarihinde önemli bir coğrafyadır.. Yunanca “Anatolia” güneşin doğduğu yer, doğu anlamına gelse de, Türkçe anlamı ile daha çok özdeş (müsemma) bir kelimedir. Anlayacağınız Anadolu anası dolu, anası çok olarak, belki de dünyada en fazla anaya sahip topraklardır.. Bu topraklarda yaşamış analardan Hattiler, Hititler, Frigyalılar, Lidyalılar, İyonyalılar, Urartulular, Persler, Makedonlar (İskender İmparatorluğu), Yunanlılar, Romalılar, Bizanslılar ve sonrasında Selçuklularla Anadolu’ya adımını atan Türkler; yaklaşık 1000 yıldır Selçuklu,  Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti kimlikleri altında yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Anadolu analarından her biri hem kendi aralarında, hem batıdan Helen, Roma, Bizans, hem doğudan Mezopotamya, Türk, Arap ve Fars medeniyet ve kültürlerinin,  yani doğu ve batının Anadolu’nun verimli döl yatağında birleşmesiyle, kaynaşmasıyla, senteziyle dünyanın hiçbir bölgesinde rastlanmayacak medeniyet ve kültürler gelişmiştir. Öyle ki; Anadolu İnsanlık ve insanlığın ilk yerleşim merkezi olmasının dışında, kütüphane, halk meclisi, insan hakları beyannamesi, para, yazılı antlaşma, tek tanrılı dinler, tedavi merkezleri, şifahaneler gibi ilk toplumsal yapılanmalarla birlikte okullar, üniversiteler de bu coğrafyada doğmuş, gelişip serpilmiş ve buradan dünyaya yayılmışlardır. Dünyada okullaşmada ilk kez, M.Ö. 6. yüzyılda dogmaların karanlığından özgür düşünce ile bilimin aydınlığına Batı Anadolu'da Miletos’ta geçilmiştir. Miletoslu bilim öncüleri doğa kanunlarının belirli ve değişmez olduğunu, doğa olaylarının oluşumunun özgür düşünce yöntemi ile açıklanabileceğini iddia ederek, birçok bilimin temellerini atmışlardır. Bu bilim adamları ''İonya Doğa Filozofları'' veya ''Miletos Okullu'' olarak anılmaktadırlar. Bu okulda ünlü matematikçi, geometrici ve aynı zamanda felsefeci Thales öğretmenlik yapmıştır, yine Thales’in öğrencisi olarak bilinen Pisagor’da bu okulda ders alan yüzlerce bilim insanından biridir. Epheros ilk dünya tarihi yazarı, Herophilus ilk anatomi bilgini, keza bunlarla birlikte farklı zamanlarda, Herodot, Hipokrat, Galenos ve daha onlarcası aynı coğrafyada yetişmiş, geleceğe damgasını vurmuş bilim adamlarıdır. Evet, bugün batı uygarlığının temeli sayılan Yunan felsefesinin kökleri Milattan önce Batı Anadolu'da İonya'da, özellikle Miletos'ta atılmıştır. Anadolu ile orta ve yakın doğuda özellikle milattan sonra 8-16. yüzyıllar arasında Türk-İslam devletlerinde hem okullaşma hem bilim adamları dünyada bilmin lokomotifi olmuştur. Bu dönemin eğitim-öğretimleri ile bilimle, ilimle donanmış onlarcasından, yüzlercesinden uygarlığa katkısı bakımından sadece birkaçını örnek olarak vermek gerekirse; Bunlardan büyük matematikçi ve cebirin babası El-Harezmi, trigonemetrik çalışmalarıyla Nasuriddin-i Tusi, cebirci Ömer Hayam, optik bilimleri alimi ve yer çekimini saptayan El -Hasan, gökbilimi alimleri Zerkali, Ulug Bey, Fergani, Toplum bilimi alimi İbni Haldun, felsefe, mantık alimleri İbni Rüşd ve Farabi, astronomi, fizik, mantık, felsefe dışında tıp da olağan üstü kitabı “Kanun Fi-t-Tıbb”la batıda hekimliğin imparatoru olarak isimlendirilen İbni Sina ve yine tıp alanında Biruni, Zehravi, sibernetiğin ilk adımını atan, ilk robotu yapan, Leanordo da Vinci’ye ilham kaynağı olan El Cezeri, astrolog, matematikçi ve coğrafyacı ve Fatih Medresesinin baş müderrisi Ali Kuşçu, astronomi, fizik, psikoloji, sosyoloji ve din alanlarında pek çok çalışma yapan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, tasavvuf alanında büyük düşünürler; Hacı Bektaş Veli, Hazreti Mevlana, Yunus Emre ilk akla gelen isimlerdir. Görüldüğü gibi; Anadolu M.Ö.si ve M.S.sı ile, XVI. Yüzyıla kadar, dünyaya bilim ve sanatı öğretmiş, medeniyet ve kültürel zenginlikler kazandırmıştır... Evet; Anadolu’da yükseköğrenimle ilgili okullaşmanın tarihi sürecine bakıldığında 9. yüzyıldan itibaren Karahanlılar’la başlayan ve 1000 li yıllarda Selçuklular ve daha sonra Osmanlılarla devam eden yükseköğretim eğitimi medreselerde yapılmıştır. Ancak XVI. Yüz yıldan itibaren bilim gel-gitleri düşünülmemiş ve İbn-i Sina’nın “BİLİM VE SANAT İTİBAR GÖRMEDİĞİ YERİ TERK EDER!” sözü dikkate alınmamış, Fatih Sultan Mehmet’ten sonra tersine anlayışla medreselerde nakli ilimler(dini), akli bilimlerin (astronomi, fen, matematik, tıp) önüne geçmiş, akli bilimler itibar kaybetmiş, sonunda itibar gösterilmeyen akli bilimler ve sanat XVI. yüz yılın ikinci yarısından itibaren bu coğrafyayı terk etmeye başlamış ve XVII yüzyılda tamamen kaçmış, buna bağlı olarak yeni çağın gerisinde kalınmış, bunun üzerine 18. Yüzyıl da (1773) ilk batılı manada akli okul Mühendishane-i Bahr-i Hümâyûn (İmparatorluk Deniz Mühendishanesi) teknik okul açılmıştır. Daha sonra artan batı (Fransa) hayranlığı ile Avrupa’dan yaklaşık 700 yıl sonra (Avrupa'da kurumsal yapıya sahip ilk üniversiteler, Bologna Üniversitesi (1088), Paris Üniversitesi (1150, daha sonra Sorbonne ile ilişkilendirildi) ve Oxford Üniversitesi (1167) idi.)  1863’te müspet ilimlerin (akli ilimle), dinden (nakli ilimlerden) ayrılması ile medrese ismi Darül Fünun (Fen evleri) olmuştur.. Bunu takiben 1933’de darül fünun ismi de terk edilerek batılı isim “üniversite” ye dönüştürülmüştür. Böylece İstanbul Üniversitesi cumhuriyet Türkiye’sinde ilk üniversite ismini alan okul olmuştur. Bu noktada ulu önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK akli bilimin çağın yakalanmasındaki önemini “Hayatta En Hakiki Mürşit İlim ve Fendir” sözüyle vurgulamış, tekke ve zaviyeleri kapatmış, o zamanın şartlarına göre, modern üniversite anlayışıyla girişimlerde bulunmuş, yurt dışından hocalar getirtmiş, yurt dışına öğrenciler göndererek, yeniliklerin kaynağı ve çağın yakalanma yerinin üniversitede olacağına işaret etmiş, yeniden doğuş (Rönesans) için öncülük yapmış, ilk modern üniversite anlayışını ülkeye kazandırmış, ancak daha ileri aşamalar kazandırmak için  ömrü vefa etmemiştir..  Takip eden yıllarda batılı olma adına yükseköğrenimde 1960’a kadar yasal ve teknik düzenlemeler yapılmış, yeni üniversiteler açılmış, ancak 1960 ve sonrasında yaklaşık 10’ar yıl arayla ülkede gerçekleştirilen 3 ihtilalin her birinde suçluların başında üniversiteler gösterildiği için, çeki düzen vermek amacıyla yapılan müdahalelerle üniversiteler darbeden en fazla nasibini alan kurumlar olmuştur. Bu darbelerden sadece 1960 ihtilalinden sonra hazırlanan 1961 Anayasası ile üniversiteler zamana göre en çağdaş denilebilecek haklar kazanmıştır. Adı geçen anayasal düzenleme ile üniversiteler özerklik ve özgürlük bakımından çok önemli haklar elde etmiştir. Ancak bu durum uzun sürmemiş ve 1968’de Amerika Birleşik Devletlerinde başlayan (Amerika öksürse, Türkiye zatürre olması gibi), sonra Avrupa’ya sıçrayan üniversite gençliği hareketi (özellikle Amerika aleyhtarı) Türkiye’de de öğrenci olaylarını tırmandırmış ve diğer bazı bahanelerle Türkiye’yi 1970 muhtırasına getirmiştir. Evet, 61 anayasası genel anlamda olduğu gibi üniversiteye de bol gelmiş ve Anayasanın üniversitelere ait hükümleri, yine darbenin bir alt derecesi askeri ikaz ile 1971’de bolluk giderilmiş, ancak bu seferde darlığa bağlı olarak potluklar oluşmuş, özerklik ve özgürlükler kısıtlanmış, özgür düşünce ve fikirler engellenmiş ve yükseköğretime yön vermek amacı ile 1973 yılında ilk YÖK kurulmuştur. Fakat 1975’te Anayasa Mahkemesi kuruluş, işleyiş, görev ve yetkileriyle ilgili maddelerinin Anayasada yer almadığı gerekçesiyle, yani Anayasaya aykırı bularak YÖK’ün faaliyetlerine son vermiştir. İlk YÖK macerasından ve 1961, 1971 anayasal düzenlemelerinin ardından da üniversitelerde öğrenci hareketleri devam etmiş çok kötü noktalara gelinmiş, getirilmiş ve aynen 1960 ve 1971’de olduğu gibi1980’de bir darbe daha yapılmış, ordu ülke yönetimine el koymuş ve yine suçlular arasında ön sıralarda bulunan üniversitelere bir daha çeki düzen vermek için ikinci kez YÖK, ancak bu sefer karşılaşılacak tüm riskler dikkate alınarak anayasal haklarla donanmış bir vaziyette (Anayasa Madde 130, 131, 132) 6 Kasım 1981 tarihinde kurulmuş ve anayasadan aldığı haklarla yapılan yasal düzenlemelerle mevcut potluklar giderilmiş ancak, elbise içindekini boğma noktasına getirilmiştir. Üniversitelere nefes aldırmamış, sık boğaz etmiştir.. Bugün son darbenin üzerinden 43 yıl geçmiş, bu süreçte sivil anayasa değişikliği yapma alışkanlığımızı kaybettiğimizden YÖK 1982 anayasasından almış olduğu güçle öyle içinden çıkılmaz işlere bulaştırılmış ki her kesimden tepki almıştır, almaktadır.  Her dönem TBMM’de yasamanın özellikle muhalif kanadı hep YÖK’e karşı olduğunu belirtmiş, hatta zaman zaman YÖK’ü “YOK” etme iddiasında bile bulunanlar olmuş, ancak iktidar olunca yürütme ve dolayısı ile yasama ve yargı ele geçirildiğinden; YÖK’ün anayasal bir kurum olduğu, bunun için, anayasa değişikliği gerektiği, onu da gerçekleştirmek için yeterli sayıya sahip olunmadığından YÖK’e sahip çıkılması noktasında durarak, Nasrettin Hoca-Timur’un fil hikâyesine benzer şekilde, çıkarılan yönetmelik ve yasalarla bir çığ gibi daha da felaket büyümüştür (1982 YÖK mevzuatı ile bakanlar kurulu kararları, kanun hükmündeki kararnameler, iptal edilenler, yönetmelikler, ilaveler, taslaklarla 2023’e kadar yapılan değişikliklerle YÖK mevzuatına bakınız.) Tabii ki; YÖK’ün bu hale gelmesinde sadece yasama ve yürütmeyi suçlamak yanlış olur, burada her türlü yönetmelik ve ilke kararlarının alınmasında ve uygulanmasında, hatta teklifinde YÖK’ün tüm kurullarında çoğunlukta bulunan üniversite mensubu akademisyenlerin katkılarının olduğu unutulmamalıdır. Diğer önemli bir husus ise; YÖK’ün kuruluşunun ilk yıllarındaki üniversite sayısı bugün çeşitli nedenlerle, bilhassa siyasi rantlar uğruna 10 kat artarak büyük çoğunluğu alt ve üst yapısız 200’lü sayıları aşmıştır.  Ayrıca bu dönemde sadece üniversite ve fakülte sayıları artmamış, atama ve yükseltilmelerde puan ve takvime bağlı kriterler getirildiğinden, genellikle takım çalışmalarından uzaklaşılmış, bireyselcilik zihniyeti oluşmuştur. Durum böyle olunca akademisyenler, ülkeye katma değer sağlayacak ekip olarak kapsamlı, uzun süreli projeler yerine haliyle kendilerinin atama ve yükseltilmelerine katma değer sağlayan, kısa süreli bireysel çalışmalara yönelmişlerdir. Asli görevleri arasında olan ülkenin kalkınmasındaki lokomotif görevinden uzaklaşmışlar, kendilerini toplumdan soyutlamışlardır. Yine atama ve yükseltilmelerde anabilim dallarında norm kadroya bağlı kalınmama keyfiyeti, bu gün köklü olarak bilinen eski üniversitelerde (kısa süre sonra yeni üniversitelerde de!..), altta araştırma görevlisi ve doçent sayısına göre, üstte profesör sayısının artmasına bağlı olarak, yönetsel yapıda olması gereken piramit tersine sivri uç üzerine dönmüştür. İdari yapı şematiği olan piramit yapının bu şekilde dönüşü gerçekleşirken veya fizik kurallarına göre sivri uç üzerinde durulamayacağı için anabilim dalı akademik personel piramidi bugün yan (gelip!) yatmıştır. Ayrıca yine yönetsel yapıda tepede herkesin profesör olmasına bağlı olarak anabilim dalında olması gereken hiyerarşik anlayışı ve usta-çırak geleneğine bağlı saygınlığı da ortadan kaldırmıştır. Bu da idari zaaflar ortaya çıkarmaktadır. Haliyle bütün bunlar anabilim dallarında huzur ve ahenkle birlikte her türlü araştırma, eğitim- öğretim faaliyet ve üretimi olumsuz etkilemiş ve etkilemektedir. Böyle içindekilerle birlikte yan yatmış, tepe taklak olmuş bir vaziyetteki anabilim dalında (üniversitede) araştırmacının yenilikçi, girişimci bir anlayış içinde olması veya NOBEL alması da beklenemez. Tabii ki; üniversitelerin bu haliyle ülke için lokomotif olması da söz konusu olamaz. Bütün bu olumsuzluklarla birlikte üniversiteler, Avrupa’nın tamamına yakını ile Avrupa Birliği sürecine benzer Bologna, Erasmus gibi adlarla anılan süreçlere girilmiş; keza Avrupa akredite kuruluşları ile akredite olma yolunda adımlar atılmış, atılmaktadır. Bu girişimler üniversitelerin gelişmeleri için önemli olabilir, öğrenciler için de önemli olabilir. Ancak gerek süreç içinde olanlar ve gerekse akredite olma yolundakiler alt ve üst yapısı ile, zihniyeti ile, kültürel yapıları ile, birbirine tam olmasa da bir çok yönleri ile eşit ve uyumlu olmalı, yoksa kazanımlar sadece şekli olur, bilhassa ülkeye katma değer açısından tartışılır. Bugün itibarı ile gerek Avrupa birliği, gerek eğitim-öğretim süreçleri ve gerekse akreditasyon kuruluşlarındaki aynı yolun yolcularına bakıldığında bir tarafta İngiltere, Almanya, Fransa, Hollanda, Avusturya, İsviçre, Belçika, İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya, İspanya, İtalya, gibi Avrupa’nın önde gelen zengin ülkeleri, diğer tarafta; Bulgaristan, Romanya, Çek Cumhuriyeti, Lüksemburg, Slovakya, Slovenya, Hırvatistan, Kıbrıs, Lihtenştayn, Arnavutluk, Andorra, Bosna, Vatikan, Sırbistan, Makedonya, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Moldova, Ukrayna, Karadağ, Kazakistan gibi büyük çoğunluğu sonradan türedi fakir ülkeler ve hepsiyle birlikte bizim ülkemiz düşünüldüğünde bu alış-verişlerde kazanım hedefleri ne ölçüde yakalanabilir, Yakalanmış mı dır? Kısa süre önce mensubu olduğum uluslararası akredite olmuş(!) fakültemin yetkililerinden birisi bir konuşmasında ve zaman zaman arkadaşlar ve öğrenciler arasında yaptığımız eğitim sohbetlerinde, uluslararası akreditasyonla eğitim- öğretimde yapılan düzenlemelerin birçok konuda fakültemiz için yararlı olmadığı fikrinde birleşilmektedir. Ayrıca uluslararası bu girişimler ulusal akreditasyon ve ulusal süreçleri de engellemektedir. Önce her bilim alanında ulusal ihtiyaçlara göre, alt ve üst yapısıyla, kültürüyle, bünyemize uygunluğu ile ulusal standartlar ve buna göre eğitim-öğretim müfredatları oluşturulmalı, geri dönüşümlerle aksayan yönler saptanarak, tamamlanma yoluna gidilmeli.  Maalesef bugün 2023’de bilim, ilim ve sanatı bizden öğrenmiş, eğitim-öğretimini bu coğrafya eğitim-öğretimini örnek alarak yapılandırmış (Amerika, Avrupa) ülkelerden, bilim, ilim ve eğitim-öğretim yapılanması dilenir hale gelinmiştir. Elbette ilmin Çin’de de olsa gidilmesi, alınması gerektiğini, bir kelime öğretenin 40 yıl kölesi olunması gerektiğini bilenlerdeniz. Ancak üzüntü veren husus, bilim hazinelerini tüketmiş bir mirasyedi durumunda olunması ve 500 yıl geçtiği halde, halen bu hazinenin tekrar oluşması için gerekli eğitim-öğretim sisteminin oluşturulamaması ve 21. Yüz yıla bilim ve kültür fakir fukarası bir ülke olarak gelinmiş olmasıdır. Sonuç olarak bu güzel, verimli ve geçmişi örnek alınacak her türlü bilimsel oluşumlarla dolu zamanında bilim ve teknoloji üretilmiş Anadolu’da, eğitim ve öğretimin çağdaş bir seviyeye getirilebilmesi ve özlenen bilim ve teknoloji üretilmesi için yükseköğretimde yapılması gerekenleri sıralamak istersek; Öncelikle YÖK’le devam edilecekse; YÖK’e, siyaset üstü bir kimlik kazandırılmalı, yönetim kadrolarında siyaset değil, liyakat esas olmalı, üniversiteler siyasete alet olmamalı, alt ve üst yapısız standart dışı mevcut onlarca üniversite kapatılmalı, üniversitelere özerklik ve özgürlük tanınmalı, üniversitelerde fikir ve düşünce özgürlüğü esas olmalı, 43 yıl önce o zamanın şartlarına göre cezalandırılarak 20 üniversiteye göre yapılanan YÖK, bugün 21. Yüzyıla ve standardize edilmiş üniversite sayısına göre yeniden yasal ve fiziksel düzenlemesi yapılmalı; özellikle akademik formasyonun esası olan doçentlik yükseltilmelerinde, unvan kazanımı puanla değil, 1980 öncesinde olduğu gibi, sadece aday tarafından projelendirilen, ve sonuçlandırılan bir “TEZ” ile sınav ve deneme dersleri olmalı; atama ve yükseltilmelerde puan getiren makalelerin olgulardan değil, projelerden üretilmesi teşvik edilmeli; makaleler dergilere göre değil (her yayını basan paralı dergiler),  bilime ve ülkeye katma değerlerine göre puanlanmalı, her türlü atama ve yükseltilmede proje yürütücülükleri esas alınmalı, Yardımcı doçentlik gibi, ondan bir farkı olmayan doktor öğretim üyeliği kaldırılmalı, ayrıca, eski üniversitelerde artık çok zor olan, yeni üniversitelerde akademik kadro yapılanmalarında piramide dikkat edilmeli; norm kadrolar delinmemeli, yeni fikirlerin oluşması ve kan değişikliği için koltuğunun altında araştırma projeleri ile doçent veya profesör aşamasında akademisyenlere üniversiteler arasında rotasyonlar uygulanmalı; uluslararası ilişkilerle birlikte, hatta önce bünyeye uygun ulusal akreditasyon kuralları ile ulusal mesleki program standart kurulları (hatır-gönül işi yapan değil) oluşturulmalı, yine ulusal değişim programları uygulanmalıdır. İşte bütün bunlar olursa, o zaman üniversitelerimiz uluslararası sıralamalarda ilk 100’lerde, o zaman Nobel adaylarımız ve Nobel kazananlarımız olur, yoksa daha çok 500 sene bekleriz… Selam, Sevgi ve Saygılarımla…
Ekleme Tarihi: 12 Temmuz 2023 - Çarşamba

Neden Nobel Alamıyoruz?

Bir gazete haberinde Nobel ödüllü hocamız Sayın Aziz Sancar, Özbekistan’ın Semerkant şehrinde katıldığı Türk Üniversiteler Birliğinin (TÜRKÜNİB) 2023-2024 faaliyetlerine ilişkin yol haritası belirlenmesi toplantısında yaptığı konuşmada Türk devletlerinin bilimsel manada nereden nereye geldiklerini birazda kırmadan, daha doğrusu son 500 senedir, bir yere gelinmediğini ve bilimsel manada bir yerde olunmadığını nazik bir dille anlatmış.. Evet, 500 yıldır, neden bilim dünyasında yokuz, neden Türk Dünyasından üniversiteler uluslararası sıralamalarda ilk sıralarda değil, neden Nobel ödülü kazananımız yok! Bu konu yarım asırlık akademik yaşamımda beni hep rahatsız ettiğinden, nedenlerini, yapılması gerekenleri, zaman zaman çeşitli platformlarda yazdım ve konuştum.. Ancak bugüne kadar bilimsellik adına değişen bir şey olmadığı gibi, maalesef her geçen gün daha da kötüye gidiyor.. Bu yüzden bir kez daha bilimin Türkiye’de tarih içindeki yolculuğunda geçirdiği evreleri; nereden nereye geldiğini, daha doğrusu nereden nereye gittiğini, nedenlerini tekrar gündeme taşıyarak, yetkili birilerinin okuması ve gerekenleri yapması dilek ve hayaliyle bir kez daha yazmak istiyorum.

Bilindiği gibi Anadolu, 12 bin yıl önce insanın ilk yerleşik düzene geçtiği, dünyada ilk medeniyetlerin, kültürlerin geliştiği yer olmasıyla, insanlık tarihinde önemli bir coğrafyadır.. Yunanca “Anatolia” güneşin doğduğu yer, doğu anlamına gelse de, Türkçe anlamı ile daha çok özdeş (müsemma) bir kelimedir. Anlayacağınız Anadolu anası dolu, anası çok olarak, belki de dünyada en fazla anaya sahip topraklardır.. Bu topraklarda yaşamış analardan Hattiler, Hititler, Frigyalılar, Lidyalılar, İyonyalılar, Urartulular, Persler, Makedonlar (İskender İmparatorluğu), Yunanlılar, Romalılar, Bizanslılar ve sonrasında Selçuklularla Anadolu’ya adımını atan Türkler; yaklaşık 1000 yıldır Selçuklu,  Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti kimlikleri altında yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Anadolu analarından her biri hem kendi aralarında, hem batıdan Helen, Roma, Bizans, hem doğudan Mezopotamya, Türk, Arap ve Fars medeniyet ve kültürlerinin,  yani doğu ve batının Anadolu’nun verimli döl yatağında birleşmesiyle, kaynaşmasıyla, senteziyle dünyanın hiçbir bölgesinde rastlanmayacak medeniyet ve kültürler gelişmiştir. Öyle ki; Anadolu İnsanlık ve insanlığın ilk yerleşim merkezi olmasının dışında, kütüphane, halk meclisi, insan hakları beyannamesi, para, yazılı antlaşma, tek tanrılı dinler, tedavi merkezleri, şifahaneler gibi ilk toplumsal yapılanmalarla birlikte okullar, üniversiteler de bu coğrafyada doğmuş, gelişip serpilmiş ve buradan dünyaya yayılmışlardır.

Dünyada okullaşmada ilk kez, M.Ö. 6. yüzyılda dogmaların karanlığından özgür düşünce ile bilimin aydınlığına Batı Anadolu'da Miletos’ta geçilmiştir. Miletoslu bilim öncüleri doğa kanunlarının belirli ve değişmez olduğunu, doğa olaylarının oluşumunun özgür düşünce yöntemi ile açıklanabileceğini iddia ederek, birçok bilimin temellerini atmışlardır. Bu bilim adamları ''İonya Doğa Filozofları'' veya ''Miletos Okullu'' olarak anılmaktadırlar. Bu okulda ünlü matematikçi, geometrici ve aynı zamanda felsefeci Thales öğretmenlik yapmıştır, yine Thales’in öğrencisi olarak bilinen Pisagor’da bu okulda ders alan yüzlerce bilim insanından biridir. Epheros ilk dünya tarihi yazarı, Herophilus ilk anatomi bilgini, keza bunlarla birlikte farklı zamanlarda, Herodot, Hipokrat, Galenos ve daha onlarcası aynı coğrafyada yetişmiş, geleceğe damgasını vurmuş bilim adamlarıdır.

Evet, bugün batı uygarlığının temeli sayılan Yunan felsefesinin kökleri Milattan önce Batı Anadolu'da İonya'da, özellikle Miletos'ta atılmıştır. Anadolu ile orta ve yakın doğuda özellikle milattan sonra 8-16. yüzyıllar arasında Türk-İslam devletlerinde hem okullaşma hem bilim adamları dünyada bilmin lokomotifi olmuştur. Bu dönemin eğitim-öğretimleri ile bilimle, ilimle donanmış onlarcasından, yüzlercesinden uygarlığa katkısı bakımından sadece birkaçını örnek olarak vermek gerekirse; Bunlardan büyük matematikçi ve cebirin babası El-Harezmi, trigonemetrik çalışmalarıyla Nasuriddin-i Tusi, cebirci Ömer Hayam, optik bilimleri alimi ve yer çekimini saptayan El -Hasan, gökbilimi alimleri Zerkali, Ulug Bey, Fergani, Toplum bilimi alimi İbni Haldun, felsefe, mantık alimleri İbni Rüşd ve Farabi, astronomi, fizik, mantık, felsefe dışında tıp da olağan üstü kitabı “Kanun Fi-t-Tıbb”la batıda hekimliğin imparatoru olarak isimlendirilen İbni Sina ve yine tıp alanında Biruni, Zehravi, sibernetiğin ilk adımını atan, ilk robotu yapan, Leanordo da Vinci’ye ilham kaynağı olan El Cezeri, astrolog, matematikçi ve coğrafyacı ve Fatih Medresesinin baş müderrisi Ali Kuşçu, astronomi, fizik, psikoloji, sosyoloji ve din alanlarında pek çok çalışma yapan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, tasavvuf alanında büyük düşünürler; Hacı Bektaş Veli, Hazreti Mevlana, Yunus Emre ilk akla gelen isimlerdir. Görüldüğü gibi; Anadolu M.Ö.si ve M.S.sı ile, XVI. Yüzyıla kadar, dünyaya bilim ve sanatı öğretmiş, medeniyet ve kültürel zenginlikler kazandırmıştır...

Evet; Anadolu’da yükseköğrenimle ilgili okullaşmanın tarihi sürecine bakıldığında 9. yüzyıldan itibaren Karahanlılar’la başlayan ve 1000 li yıllarda Selçuklular ve daha sonra Osmanlılarla devam eden yükseköğretim eğitimi medreselerde yapılmıştır. Ancak XVI. Yüz yıldan itibaren bilim gel-gitleri düşünülmemiş ve İbn-i Sina’nın “BİLİM VE SANAT İTİBAR GÖRMEDİĞİ YERİ TERK EDER!” sözü dikkate alınmamış, Fatih Sultan Mehmet’ten sonra tersine anlayışla medreselerde nakli ilimler(dini), akli bilimlerin (astronomi, fen, matematik, tıp) önüne geçmiş, akli bilimler itibar kaybetmiş, sonunda itibar gösterilmeyen akli bilimler ve sanat XVI. yüz yılın ikinci yarısından itibaren bu coğrafyayı terk etmeye başlamış ve XVII yüzyılda tamamen kaçmış, buna bağlı olarak yeni çağın gerisinde kalınmış, bunun üzerine 18. Yüzyıl da (1773) ilk batılı manada akli okul Mühendishane-i Bahr-i Hümâyûn (İmparatorluk Deniz Mühendishanesi) teknik okul açılmıştır. Daha sonra artan batı (Fransa) hayranlığı ile Avrupa’dan yaklaşık 700 yıl sonra (Avrupa'da kurumsal yapıya sahip ilk üniversiteler, Bologna Üniversitesi (1088), Paris Üniversitesi (1150, daha sonra Sorbonne ile ilişkilendirildi) ve Oxford Üniversitesi (1167) idi.)  1863’te müspet ilimlerin (akli ilimle), dinden (nakli ilimlerden) ayrılması ile medrese ismi Darül Fünun (Fen evleri) olmuştur.. Bunu takiben 1933’de darül fünun ismi de terk edilerek batılı isim “üniversite” ye dönüştürülmüştür. Böylece İstanbul Üniversitesi cumhuriyet Türkiye’sinde ilk üniversite ismini alan okul olmuştur. Bu noktada ulu önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK akli bilimin çağın yakalanmasındaki önemini “Hayatta En Hakiki Mürşit İlim ve Fendir” sözüyle vurgulamış, tekke ve zaviyeleri kapatmış, o zamanın şartlarına göre, modern üniversite anlayışıyla girişimlerde bulunmuş, yurt dışından hocalar getirtmiş, yurt dışına öğrenciler göndererek, yeniliklerin kaynağı ve çağın yakalanma yerinin üniversitede olacağına işaret etmiş, yeniden doğuş (Rönesans) için öncülük yapmış, ilk modern üniversite anlayışını ülkeye kazandırmış, ancak daha ileri aşamalar kazandırmak için  ömrü vefa etmemiştir.. 

Takip eden yıllarda batılı olma adına yükseköğrenimde 1960’a kadar yasal ve teknik düzenlemeler yapılmış, yeni üniversiteler açılmış, ancak 1960 ve sonrasında yaklaşık 10’ar yıl arayla ülkede gerçekleştirilen 3 ihtilalin her birinde suçluların başında üniversiteler gösterildiği için, çeki düzen vermek amacıyla yapılan müdahalelerle üniversiteler darbeden en fazla nasibini alan kurumlar olmuştur. Bu darbelerden sadece 1960 ihtilalinden sonra hazırlanan 1961 Anayasası ile üniversiteler zamana göre en çağdaş denilebilecek haklar kazanmıştır. Adı geçen anayasal düzenleme ile üniversiteler özerklik ve özgürlük bakımından çok önemli haklar elde etmiştir. Ancak bu durum uzun sürmemiş ve 1968’de Amerika Birleşik Devletlerinde başlayan (Amerika öksürse, Türkiye zatürre olması gibi), sonra Avrupa’ya sıçrayan üniversite gençliği hareketi (özellikle Amerika aleyhtarı) Türkiye’de de öğrenci olaylarını tırmandırmış ve diğer bazı bahanelerle Türkiye’yi 1970 muhtırasına getirmiştir. Evet, 61 anayasası genel anlamda olduğu gibi üniversiteye de bol gelmiş ve Anayasanın üniversitelere ait hükümleri, yine darbenin bir alt derecesi askeri ikaz ile 1971’de bolluk giderilmiş, ancak bu seferde darlığa bağlı olarak potluklar oluşmuş, özerklik ve özgürlükler kısıtlanmış, özgür düşünce ve fikirler engellenmiş ve yükseköğretime yön vermek amacı ile 1973 yılında ilk YÖK kurulmuştur. Fakat 1975’te Anayasa Mahkemesi kuruluş, işleyiş, görev ve yetkileriyle ilgili maddelerinin Anayasada yer almadığı gerekçesiyle, yani Anayasaya aykırı bularak YÖK’ün faaliyetlerine son vermiştir. İlk YÖK macerasından ve 1961, 1971 anayasal düzenlemelerinin ardından da üniversitelerde öğrenci hareketleri devam etmiş çok kötü noktalara gelinmiş, getirilmiş ve aynen 1960 ve 1971’de olduğu gibi1980’de bir darbe daha yapılmış, ordu ülke yönetimine el koymuş ve yine suçlular arasında ön sıralarda bulunan üniversitelere bir daha çeki düzen vermek için ikinci kez YÖK, ancak bu sefer karşılaşılacak tüm riskler dikkate alınarak anayasal haklarla donanmış bir vaziyette (Anayasa Madde 130, 131, 132) 6 Kasım 1981 tarihinde kurulmuş ve anayasadan aldığı haklarla yapılan yasal düzenlemelerle mevcut potluklar giderilmiş ancak, elbise içindekini boğma noktasına getirilmiştir. Üniversitelere nefes aldırmamış, sık boğaz etmiştir.. Bugün son darbenin üzerinden 43 yıl geçmiş, bu süreçte sivil anayasa değişikliği yapma alışkanlığımızı kaybettiğimizden YÖK 1982 anayasasından almış olduğu güçle öyle içinden çıkılmaz işlere bulaştırılmış ki her kesimden tepki almıştır, almaktadır. 

Her dönem TBMM’de yasamanın özellikle muhalif kanadı hep YÖK’e karşı olduğunu belirtmiş, hatta zaman zaman YÖK’ü “YOK” etme iddiasında bile bulunanlar olmuş, ancak iktidar olunca yürütme ve dolayısı ile yasama ve yargı ele geçirildiğinden; YÖK’ün anayasal bir kurum olduğu, bunun için, anayasa değişikliği gerektiği, onu da gerçekleştirmek için yeterli sayıya sahip olunmadığından YÖK’e sahip çıkılması noktasında durarak, Nasrettin Hoca-Timur’un fil hikâyesine benzer şekilde, çıkarılan yönetmelik ve yasalarla bir çığ gibi daha da felaket büyümüştür (1982 YÖK mevzuatı ile bakanlar kurulu kararları, kanun hükmündeki kararnameler, iptal edilenler, yönetmelikler, ilaveler, taslaklarla 2023’e kadar yapılan değişikliklerle YÖK mevzuatına bakınız.) Tabii ki; YÖK’ün bu hale gelmesinde sadece yasama ve yürütmeyi suçlamak yanlış olur, burada her türlü yönetmelik ve ilke kararlarının alınmasında ve uygulanmasında, hatta teklifinde YÖK’ün tüm kurullarında çoğunlukta bulunan üniversite mensubu akademisyenlerin katkılarının olduğu unutulmamalıdır. Diğer önemli bir husus ise; YÖK’ün kuruluşunun ilk yıllarındaki üniversite sayısı bugün çeşitli nedenlerle, bilhassa siyasi rantlar uğruna 10 kat artarak büyük çoğunluğu alt ve üst yapısız 200’lü sayıları aşmıştır. 

Ayrıca bu dönemde sadece üniversite ve fakülte sayıları artmamış, atama ve yükseltilmelerde puan ve takvime bağlı kriterler getirildiğinden, genellikle takım çalışmalarından uzaklaşılmış, bireyselcilik zihniyeti oluşmuştur. Durum böyle olunca akademisyenler, ülkeye katma değer sağlayacak ekip olarak kapsamlı, uzun süreli projeler yerine haliyle kendilerinin atama ve yükseltilmelerine katma değer sağlayan, kısa süreli bireysel çalışmalara yönelmişlerdir. Asli görevleri arasında olan ülkenin kalkınmasındaki lokomotif görevinden uzaklaşmışlar, kendilerini toplumdan soyutlamışlardır. Yine atama ve yükseltilmelerde anabilim dallarında norm kadroya bağlı kalınmama keyfiyeti, bu gün köklü olarak bilinen eski üniversitelerde (kısa süre sonra yeni üniversitelerde de!..), altta araştırma görevlisi ve doçent sayısına göre, üstte profesör sayısının artmasına bağlı olarak, yönetsel yapıda olması gereken piramit tersine sivri uç üzerine dönmüştür. İdari yapı şematiği olan piramit yapının bu şekilde dönüşü gerçekleşirken veya fizik kurallarına göre sivri uç üzerinde durulamayacağı için anabilim dalı akademik personel piramidi bugün yan (gelip!) yatmıştır. Ayrıca yine yönetsel yapıda tepede herkesin profesör olmasına bağlı olarak anabilim dalında olması gereken hiyerarşik anlayışı ve usta-çırak geleneğine bağlı saygınlığı da ortadan kaldırmıştır. Bu da idari zaaflar ortaya çıkarmaktadır. Haliyle bütün bunlar anabilim dallarında huzur ve ahenkle birlikte her türlü araştırma, eğitim- öğretim faaliyet ve üretimi olumsuz etkilemiş ve etkilemektedir. Böyle içindekilerle birlikte yan yatmış, tepe taklak olmuş bir vaziyetteki anabilim dalında (üniversitede) araştırmacının yenilikçi, girişimci bir anlayış içinde olması veya NOBEL alması da beklenemez. Tabii ki; üniversitelerin bu haliyle ülke için lokomotif olması da söz konusu olamaz. Bütün bu olumsuzluklarla birlikte üniversiteler, Avrupa’nın tamamına yakını ile Avrupa Birliği sürecine benzer Bologna, Erasmus gibi adlarla anılan süreçlere girilmiş; keza Avrupa akredite kuruluşları ile akredite olma yolunda adımlar atılmış, atılmaktadır. Bu girişimler üniversitelerin gelişmeleri için önemli olabilir, öğrenciler için de önemli olabilir. Ancak gerek süreç içinde olanlar ve gerekse akredite olma yolundakiler alt ve üst yapısı ile, zihniyeti ile, kültürel yapıları ile, birbirine tam olmasa da bir çok yönleri ile eşit ve uyumlu olmalı, yoksa kazanımlar sadece şekli olur, bilhassa ülkeye katma değer açısından tartışılır. Bugün itibarı ile gerek Avrupa birliği, gerek eğitim-öğretim süreçleri ve gerekse akreditasyon kuruluşlarındaki aynı yolun yolcularına bakıldığında bir tarafta İngiltere, Almanya, Fransa, Hollanda, Avusturya, İsviçre, Belçika, İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya, İspanya, İtalya, gibi Avrupa’nın önde gelen zengin ülkeleri, diğer tarafta; Bulgaristan, Romanya, Çek Cumhuriyeti, Lüksemburg, Slovakya, Slovenya, Hırvatistan, Kıbrıs, Lihtenştayn, Arnavutluk, Andorra, Bosna, Vatikan, Sırbistan, Makedonya, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Moldova, Ukrayna, Karadağ, Kazakistan gibi büyük çoğunluğu sonradan türedi fakir ülkeler ve hepsiyle birlikte bizim ülkemiz düşünüldüğünde bu alış-verişlerde kazanım hedefleri ne ölçüde yakalanabilir, Yakalanmış mı dır? Kısa süre önce mensubu olduğum uluslararası akredite olmuş(!) fakültemin yetkililerinden birisi bir konuşmasında ve zaman zaman arkadaşlar ve öğrenciler arasında yaptığımız eğitim sohbetlerinde, uluslararası akreditasyonla eğitim- öğretimde yapılan düzenlemelerin birçok konuda fakültemiz için yararlı olmadığı fikrinde birleşilmektedir. Ayrıca uluslararası bu girişimler ulusal akreditasyon ve ulusal süreçleri de engellemektedir. Önce her bilim alanında ulusal ihtiyaçlara göre, alt ve üst yapısıyla, kültürüyle, bünyemize uygunluğu ile ulusal standartlar ve buna göre eğitim-öğretim müfredatları oluşturulmalı, geri dönüşümlerle aksayan yönler saptanarak, tamamlanma yoluna gidilmeli. 

Maalesef bugün 2023’de bilim, ilim ve sanatı bizden öğrenmiş, eğitim-öğretimini bu coğrafya eğitim-öğretimini örnek alarak yapılandırmış (Amerika, Avrupa) ülkelerden, bilim, ilim ve eğitim-öğretim yapılanması dilenir hale gelinmiştir. Elbette ilmin Çin’de de olsa gidilmesi, alınması gerektiğini, bir kelime öğretenin 40 yıl kölesi olunması gerektiğini bilenlerdeniz. Ancak üzüntü veren husus, bilim hazinelerini tüketmiş bir mirasyedi durumunda olunması ve 500 yıl geçtiği halde, halen bu hazinenin tekrar oluşması için gerekli eğitim-öğretim sisteminin oluşturulamaması ve 21. Yüz yıla bilim ve kültür fakir fukarası bir ülke olarak gelinmiş olmasıdır.

Sonuç olarak bu güzel, verimli ve geçmişi örnek alınacak her türlü bilimsel oluşumlarla dolu zamanında bilim ve teknoloji üretilmiş Anadolu’da, eğitim ve öğretimin çağdaş bir seviyeye getirilebilmesi ve özlenen bilim ve teknoloji üretilmesi için yükseköğretimde yapılması gerekenleri sıralamak istersek; Öncelikle YÖK’le devam edilecekse; YÖK’e, siyaset üstü bir kimlik kazandırılmalı, yönetim kadrolarında siyaset değil, liyakat esas olmalı, üniversiteler siyasete alet olmamalı, alt ve üst yapısız standart dışı mevcut onlarca üniversite kapatılmalı, üniversitelere özerklik ve özgürlük tanınmalı, üniversitelerde fikir ve düşünce özgürlüğü esas olmalı, 43 yıl önce o zamanın şartlarına göre cezalandırılarak 20 üniversiteye göre yapılanan YÖK, bugün 21. Yüzyıla ve standardize edilmiş üniversite sayısına göre yeniden yasal ve fiziksel düzenlemesi yapılmalı; özellikle akademik formasyonun esası olan doçentlik yükseltilmelerinde, unvan kazanımı puanla değil, 1980 öncesinde olduğu gibi, sadece aday tarafından projelendirilen, ve sonuçlandırılan bir “TEZ” ile sınav ve deneme dersleri olmalı; atama ve yükseltilmelerde puan getiren makalelerin olgulardan değil, projelerden üretilmesi teşvik edilmeli; makaleler dergilere göre değil (her yayını basan paralı dergiler),  bilime ve ülkeye katma değerlerine göre puanlanmalı, her türlü atama ve yükseltilmede proje yürütücülükleri esas alınmalı, Yardımcı doçentlik gibi, ondan bir farkı olmayan doktor öğretim üyeliği kaldırılmalı, ayrıca, eski üniversitelerde artık çok zor olan, yeni üniversitelerde akademik kadro yapılanmalarında piramide dikkat edilmeli; norm kadrolar delinmemeli, yeni fikirlerin oluşması ve kan değişikliği için koltuğunun altında araştırma projeleri ile doçent veya profesör aşamasında akademisyenlere üniversiteler arasında rotasyonlar uygulanmalı; uluslararası ilişkilerle birlikte, hatta önce bünyeye uygun ulusal akreditasyon kuralları ile ulusal mesleki program standart kurulları (hatır-gönül işi yapan değil) oluşturulmalı, yine ulusal değişim programları uygulanmalıdır. İşte bütün bunlar olursa, o zaman üniversitelerimiz uluslararası sıralamalarda ilk 100’lerde, o zaman Nobel adaylarımız ve Nobel kazananlarımız olur, yoksa daha çok 500 sene bekleriz…

Selam, Sevgi ve Saygılarımla…

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ankhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.