Güner Dinçaslan
Köşe Yazarı
Güner Dinçaslan
 

Hayat felsefem

Kıymetli bir arkadaşım tokat gibi sarsıcı bir uyarıda bulundu ki, bütün vücudum titredi ve hatta bütün hücrelerim titredi.  “Arkadaşım Allahçılık oynuyorsun, kendine gel, işini yap, bırak Allahçılığı, haddini bil!” dedi.  Ne demekti şimdi bu? Hem de durup dururken, güzel faydalı toplum işleri yaptığımı sanırken! Allahçılık nasıl oynanırdı, bunu bile bilmiyorken nasıl oynardım? Tam o anda iki soruyla karşı karşıya gelmiştim. Bir Allahçılık nasıl oynanır? İki, benim işim neydi, neye dönecektim, ben kimdim, haddim neydi? Sonra derin bir tefekküre daldım, hem de günlerce. Uzun yürüyüşlere çıktım, düşünme ihtiyacı duyduğumda yaptığım gibi insanları seyrettim bıkmadan usanmadan.  Allahçılık nasıl oynanırı çözmek için düşündüm, düşündüm. Aklıma yıllar önce yaşadığım bir olay geldi, onun etrafında şekillendirmeye çalıştım, o olay hayat felsefem olmuştu, yoksa ben o hayat felsefemi mi unutmuştum? Neydi o hayat felsefem? Bir gün sevgili eşimle yolda yürürken engelli, fakir olduğu her halinden belli bir adam yaklaştı ve dedi ki; “Abi bir ekmek parası.”  Eşim cebinden bir avuç bozuk para çıkardı ve içinden arayarak tam bir ekmek parası buldu ve adama verdi. Dilenci dualarla uzaklaştı. Ben durur muyum, dedim ki; “Avucundaki bütün paraları versen ne kaybederdin, görmüyor musun adamın halini.” Evet, dedi sevgili eşim, adamın hali ortada ama o benden bir ekmek parası istedi. İki tane değil, peynir parası da değil, su parası da değil. Kim neyi isteyecekse, eksiği neyse onu bilir, onu ister. Ben onun dışında bir şey verirsem hadsiz olurum, lüzumsuz olurum, belki o adamı kırar incitirim. Ne kadar da doğru söylüyordu. O adam bir ekmek parası istemişti, başka bir şey istememişti. Başka birinden de peynir parası, çorba parası isteyebilirdi ama bizden bir tek ekmek parası istemişti. Dahasını vermek gereksiz bir taksim, haddini aşmaktı! O gün karar verdim, bu davranış ve söz benim hayat felsefem olsun dedim ve uzun yıllar da uyguladım. Kimin neye ihtiyacı varsa onu verecek, onun dışına çıkmayacaktım, denge böyle sağlanıyordu. Haddimi hiç aşmadım. Rahat ettim, çevremdekilerde rahat etti. Pekii ne olmuştu da ben kıymetli bir dostumdan bu uyarıyı almıştım. Görüntüde bir şeyler fark ediliyor, değiştiğimi görüyorlardı. Oysa ben ne de güzel işler yapıyordum(!) kimse bir şey istemeden, ben; sizin karnınız açtır, hadi yemek yedireyim. Al bu peynir parası, bu zeytin parası, sen şimdi çorba da içmek istersin… Sizin ayakkabınız eskimiş ayakkabı alayım, elbiseni yenileyeyim, sen bilmiyorsun hiç tatmamış ve hatta görmemişsindir, hayatın birçok güzellikleri, zevkli yanları var, onları görmek senin de hakkın, diyerek birçok şeyi bir birine katarak, yol alıyordum. Hizmet ediyordum (!) Ey benim güzel hayat felsefem nerede kaldın! İşte tam böyle bir ruh hengâmesinin içinde yetişti bu uyarı bir tokat gibi… İstemedikleri halde yardım etmeye, akıllarında olmayan belki de tatmadıkları bir şeyleri onlara sunarak, akıllarını karıştırmaya, insani hırslarını tetiklemeye başladığımı hatırladım. Parkta serçeler, güvercinler, birlikte yem yerlerken hepsi kuş, uçarlarken de hepsi kuş, gökyüzünde ayrışırlar, kartal, atmaca, güvercin, serçe, sinek, yeryüzünde kedi, köpek, inek aslan ceylan, çiçek, ağaç, ot ve ve ve insan.  Hepsi canlı, hepsi varlık, hepsinde ruh vardı. Her şey yerli yerindeydi. Ben ceylanı, güvercini koruma altına almaya çalıştıkça, aslanın, kartalın, atmacanın açlıktan ölmesine sebep olacaktım.  Oysa her şey kendi mecrasında değerlendirilmeliydi. Güvercini, serçeyi beslediğinde, az ötede onu yiyecek atmacaya düşman kesilmek gereksizdi.  Güvercini atmaca yediğinde şöyle üzülmek ne kadar yersizdi; “Ben onun için beslemişim meğer” bunun için hayıflanmak yersizdi. Hayatı daha anlamamış, fark edememiş demekti. Her şey kendi meşrebince doğru yol üzerinde. Genleri ne üzerine kodlanmışsa onu yapmaktadırlar. Tohumu toprağa dikersin, capcanlıdır, canı vardır ama onun meyvesini koparıp yersin, kendinde hak görürsün. Bir an bile düşünmezsin. Et yemeği sofranın en başköşesinde olur mesela. Bunu da sorgulamazsın.  O gün her şeyin yerli yerinde değerlendirmek arif işi olduğunu sözlü bir tokatla yeniden hatırladım. Hak teslim edilmeli; bunu kendi adıma söylerken belki haddi mi aşarak söylüyorum ama hak teslim edilmeli. Ben hak teslim etmeyi unutmuştum. Bir ekmek parası isteyene iki ekmek parası vermeye kalkmıştım. Bunu çok insani yardım sanmıştım. Boş oturana, emek vermeyene hak etmediği bir şeyleri vermek, öte taraftan çalışan ama sıkıntı çekenin hakkını gasp ettirmekti. Ona haksızlık etmekti. Emeğine gölge düşmesiydi. ( Toplum sistemi ve işletme teknikleri, istisnaları saymıyorum. Sistemin yanlış işleyişinden de bahsetmiyorum, o konu apayrı bir şey.) Akıllı birine akıllı gibi davranmak, aklında noksanlığı olana ona göre davranmak, yani ata at gibi eşeğe eşek gibi kedinin kedi, kuşun kuş, çiçeğin çiçek olduğunu unutmadan öyle davranmak hak teslim etmekti. Ama hepsinin de canlı olduğu, ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklarına, bunu kendi meşreplerince yapacakları unutulmamalıydı. Felsefemi yeniden hatırlamalı yeniden oluşturmalıydım. Birinci soruyu çözmüştüm, hak teslim etmek, pekii ikinci soruyu nasıl çözecektim, benim işim neydi? Onu bulmaya sıra gelmişti. En kolay ama en zor soru buydu. Ben kimdim ve işim neydi! İşim sevgi, işim sevgi paylaştırmak, işim sevmek, işim bana yansıtılan bütün güzellikleri en güzel şekilde yazmaktı. Bunu unutmuş kendime de haksızlık etmeye başlamıştım. Hatırladım, ben kâtiplik görevimi yapmalıydım! Anladım ki; hayat zaten ihtiyacı olanı seninle yolunu kesiştiriyor. Bunun için fazla çabalamana gerek yok, sokağa çık yeter, dışarı çıkmasan bile, olmadı kapını çaldırır, alacağını aldırır. Hayatta hiçbir şey tesadüf değildir.  Yapman ve yaşaman gerekeni yaşar, ders alırsın; bu kimi zaman sınavındır, kimi zaman sana verilecek hediyenin sert ambalajıdır. Sert ambalajı açmak bazen zorlar seni ama açınca en büyük hediyeyle karşılaşırsın. Hayatın hizmetçileri hiç bitmez, bunun için gönüllü olamazsın bile. Ben bunu öğrendim, kısmeti olmayana ne yaparsan yap veremezsin. Bunu bir daha ben unutmayacağım siz dostlar da bunu düşünün. Neymiş; bir ekmek parası isteyene bir ekmek parası verilecek, diğer paran çorba parasını isteyinceye kadar cebinde kalsın. Hayat bana bunu öğretti efendim. Bunu uygularken çok rahat olacağım. Yaşasın yeni hayat felsefem; işime bakacağım, burnumu olur olmaz her şeye sokmayacağım allahçılık oynamayacağım…  Esen kalın…
Ekleme Tarihi: 17 Kasım 2021 - Çarşamba

Hayat felsefem

Kıymetli bir arkadaşım tokat gibi sarsıcı bir uyarıda bulundu ki, bütün vücudum titredi ve hatta bütün hücrelerim titredi.  “Arkadaşım Allahçılık oynuyorsun, kendine gel, işini yap, bırak Allahçılığı, haddini bil!” dedi.  Ne demekti şimdi bu? Hem de durup dururken, güzel faydalı toplum işleri yaptığımı sanırken! Allahçılık nasıl oynanırdı, bunu bile bilmiyorken nasıl oynardım? Tam o anda iki soruyla karşı karşıya gelmiştim. Bir Allahçılık nasıl oynanır? İki, benim işim neydi, neye dönecektim, ben kimdim, haddim neydi? Sonra derin bir tefekküre daldım, hem de günlerce. Uzun yürüyüşlere çıktım, düşünme ihtiyacı duyduğumda yaptığım gibi insanları seyrettim bıkmadan usanmadan.  Allahçılık nasıl oynanırı çözmek için düşündüm, düşündüm. Aklıma yıllar önce yaşadığım bir olay geldi, onun etrafında şekillendirmeye çalıştım, o olay hayat felsefem olmuştu, yoksa ben o hayat felsefemi mi unutmuştum? Neydi o hayat felsefem? Bir gün sevgili eşimle yolda yürürken engelli, fakir olduğu her halinden belli bir adam yaklaştı ve dedi ki; “Abi bir ekmek parası.”  Eşim cebinden bir avuç bozuk para çıkardı ve içinden arayarak tam bir ekmek parası buldu ve adama verdi. Dilenci dualarla uzaklaştı. Ben durur muyum, dedim ki; “Avucundaki bütün paraları versen ne kaybederdin, görmüyor musun adamın halini.” Evet, dedi sevgili eşim, adamın hali ortada ama o benden bir ekmek parası istedi. İki tane değil, peynir parası da değil, su parası da değil. Kim neyi isteyecekse, eksiği neyse onu bilir, onu ister. Ben onun dışında bir şey verirsem hadsiz olurum, lüzumsuz olurum, belki o adamı kırar incitirim. Ne kadar da doğru söylüyordu. O adam bir ekmek parası istemişti, başka bir şey istememişti. Başka birinden de peynir parası, çorba parası isteyebilirdi ama bizden bir tek ekmek parası istemişti. Dahasını vermek gereksiz bir taksim, haddini aşmaktı! O gün karar verdim, bu davranış ve söz benim hayat felsefem olsun dedim ve uzun yıllar da uyguladım. Kimin neye ihtiyacı varsa onu verecek, onun dışına çıkmayacaktım, denge böyle sağlanıyordu. Haddimi hiç aşmadım. Rahat ettim, çevremdekilerde rahat etti. Pekii ne olmuştu da ben kıymetli bir dostumdan bu uyarıyı almıştım. Görüntüde bir şeyler fark ediliyor, değiştiğimi görüyorlardı. Oysa ben ne de güzel işler yapıyordum(!) kimse bir şey istemeden, ben; sizin karnınız açtır, hadi yemek yedireyim. Al bu peynir parası, bu zeytin parası, sen şimdi çorba da içmek istersin… Sizin ayakkabınız eskimiş ayakkabı alayım, elbiseni yenileyeyim, sen bilmiyorsun hiç tatmamış ve hatta görmemişsindir, hayatın birçok güzellikleri, zevkli yanları var, onları görmek senin de hakkın, diyerek birçok şeyi bir birine katarak, yol alıyordum. Hizmet ediyordum (!) Ey benim güzel hayat felsefem nerede kaldın! İşte tam böyle bir ruh hengâmesinin içinde yetişti bu uyarı bir tokat gibi… İstemedikleri halde yardım etmeye, akıllarında olmayan belki de tatmadıkları bir şeyleri onlara sunarak, akıllarını karıştırmaya, insani hırslarını tetiklemeye başladığımı hatırladım. Parkta serçeler, güvercinler, birlikte yem yerlerken hepsi kuş, uçarlarken de hepsi kuş, gökyüzünde ayrışırlar, kartal, atmaca, güvercin, serçe, sinek, yeryüzünde kedi, köpek, inek aslan ceylan, çiçek, ağaç, ot ve ve ve insan.  Hepsi canlı, hepsi varlık, hepsinde ruh vardı. Her şey yerli yerindeydi. Ben ceylanı, güvercini koruma altına almaya çalıştıkça, aslanın, kartalın, atmacanın açlıktan ölmesine sebep olacaktım.  Oysa her şey kendi mecrasında değerlendirilmeliydi. Güvercini, serçeyi beslediğinde, az ötede onu yiyecek atmacaya düşman kesilmek gereksizdi.  Güvercini atmaca yediğinde şöyle üzülmek ne kadar yersizdi; “Ben onun için beslemişim meğer” bunun için hayıflanmak yersizdi. Hayatı daha anlamamış, fark edememiş demekti. Her şey kendi meşrebince doğru yol üzerinde. Genleri ne üzerine kodlanmışsa onu yapmaktadırlar. Tohumu toprağa dikersin, capcanlıdır, canı vardır ama onun meyvesini koparıp yersin, kendinde hak görürsün. Bir an bile düşünmezsin. Et yemeği sofranın en başköşesinde olur mesela. Bunu da sorgulamazsın.  O gün her şeyin yerli yerinde değerlendirmek arif işi olduğunu sözlü bir tokatla yeniden hatırladım. Hak teslim edilmeli; bunu kendi adıma söylerken belki haddi mi aşarak söylüyorum ama hak teslim edilmeli. Ben hak teslim etmeyi unutmuştum. Bir ekmek parası isteyene iki ekmek parası vermeye kalkmıştım. Bunu çok insani yardım sanmıştım. Boş oturana, emek vermeyene hak etmediği bir şeyleri vermek, öte taraftan çalışan ama sıkıntı çekenin hakkını gasp ettirmekti. Ona haksızlık etmekti. Emeğine gölge düşmesiydi. ( Toplum sistemi ve işletme teknikleri, istisnaları saymıyorum. Sistemin yanlış işleyişinden de bahsetmiyorum, o konu apayrı bir şey.) Akıllı birine akıllı gibi davranmak, aklında noksanlığı olana ona göre davranmak, yani ata at gibi eşeğe eşek gibi kedinin kedi, kuşun kuş, çiçeğin çiçek olduğunu unutmadan öyle davranmak hak teslim etmekti. Ama hepsinin de canlı olduğu, ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklarına, bunu kendi meşreplerince yapacakları unutulmamalıydı. Felsefemi yeniden hatırlamalı yeniden oluşturmalıydım. Birinci soruyu çözmüştüm, hak teslim etmek, pekii ikinci soruyu nasıl çözecektim, benim işim neydi? Onu bulmaya sıra gelmişti. En kolay ama en zor soru buydu. Ben kimdim ve işim neydi! İşim sevgi, işim sevgi paylaştırmak, işim sevmek, işim bana yansıtılan bütün güzellikleri en güzel şekilde yazmaktı. Bunu unutmuş kendime de haksızlık etmeye başlamıştım. Hatırladım, ben kâtiplik görevimi yapmalıydım! Anladım ki; hayat zaten ihtiyacı olanı seninle yolunu kesiştiriyor. Bunun için fazla çabalamana gerek yok, sokağa çık yeter, dışarı çıkmasan bile, olmadı kapını çaldırır, alacağını aldırır. Hayatta hiçbir şey tesadüf değildir.  Yapman ve yaşaman gerekeni yaşar, ders alırsın; bu kimi zaman sınavındır, kimi zaman sana verilecek hediyenin sert ambalajıdır. Sert ambalajı açmak bazen zorlar seni ama açınca en büyük hediyeyle karşılaşırsın. Hayatın hizmetçileri hiç bitmez, bunun için gönüllü olamazsın bile. Ben bunu öğrendim, kısmeti olmayana ne yaparsan yap veremezsin. Bunu bir daha ben unutmayacağım siz dostlar da bunu düşünün. Neymiş; bir ekmek parası isteyene bir ekmek parası verilecek, diğer paran çorba parasını isteyinceye kadar cebinde kalsın. Hayat bana bunu öğretti efendim. Bunu uygularken çok rahat olacağım. Yaşasın yeni hayat felsefem; işime bakacağım, burnumu olur olmaz her şeye sokmayacağım allahçılık oynamayacağım…  Esen kalın…
Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ankhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.