Resneli Niyazi Beyin başlatmış olduğu isyan ve apoletlerini söküp ona katılan askerlerin sayısının her gün artarak çoğalması, hatta dağlarda eşkiyalık yapan Bulgar, Sırp çetelerinin dahi Meşrutiyet isteyen gruba katılması, yetmezmiş gibi fedailerin üst üste yaptığı suikastlar Sultan Abdülhamit’i iyice zor durumda bırakmıştı. Ancak en önemli sebep Manastır vilayetine isyanı bastırmak için takviye kuvvet olalarak gönderilmek üzere İzmir limanına getirilen 18.000 asker “Biz kardeş kanı dökmek istemiyoruz” diyerek silah bırakıncaİstanbul yönetimi çaresiz kaldı.
Neticede Meşrutiyet ilan edildi: Tarih 22 Temmuz 1908.
Meşrutiyetin ilan edilmesini Padişahın kendi rızasıyla ilan edildiğini zanneden İstanbul basını “Padişahım çok yaşa” diyemanşet atıyor, İstanbul ve Manastır da 101 pare top atışları yapılıp halk sevinç gösterileri yapıyordu. İstanbul, Manastır ve büyük şehirlerde bu şekilde kutlamalar yapılırken bu kutlamalar Anadolu coğrafyasında yaşayan ve “Ben Türküm” demesi dahi aşağılanma sebebi olan Türk halkının umurunda bile değildi. Çünkü onlar savaşlarda şehit olan kocalar ve evlatların eksikliği bir taraftan, idarecilerin berbat ettiği hayat şartları bir taraftan, kendi ülkelerinde aşağılanmanın ezikliği diğer taraftan olunca, dilediğini söyleme özgürlüğü peşinde değil hayatta kalmanın mücadelesi içindeydiler.
Meşrutiyetin ilanından sonra İttihatçılar kurulan hükümete tam olarak hakim olamadılar. Hükümet kuruldu kurulmasına ama Sayın Kılıçtaroğlu’nun muhalefet masasını andırıyordu. Hükümet içinde Monarşinin devam etmesini isteyende vardı Prens Sabahattin destekli İngiliz mandasını isteyen de vardı. İttihatıların amacı ise bütün Osmanlı tebasının Osmanlı çıkarları için mücadele ettiği ütopik bir Osmanlı milliyetçiliği tesis etmekti. Milliyetçilik akımlarının Balkanları nasıl kaynayan kazan haline geldiğini görmüyor, görmek istemiyorlardı. Ortodoks tebanın koruyuculuğunu yapan Rusya’nın Meşrutiyetin verdiği kazanımları kullanarak Osmanlının başına nasıl bir çorap örmek istediklerini de farketmiyor, farketmek istemiyorlardı. Bir sistemi ilan etmeden önce uygulamada ne gibi aksamalar meydana gelebileceğini, günümüzde bile Başkanlık sistemine geçmiş ama uyum yasaları ile şeffaf yönetim tesis edilmediği gibi o günlerde de bir kargaşa ortamı olacağınıhesaplamamışlar, hesaplamak istememişledi. Meşrutiyetin ilanının her arızayı gideren sihiri değnek olmadığını; Meşrutiyetin ilanından sonra iç savaş yaşayan İran örneği ortada olduğu halde bu gerçeği anlamamışlar, anlamak istememişlerdi.
Bütün bu yamalı bohça idare yapısına rağmen İttihatçıların zorlaması ile iyi çalışmalar yapılması için gayret gösterildi. Mebus seçilme hakkının herkese tanınması, maliyenin, bakanlıkların yeniden düzenlenmesi, dış ülkelerle yapılan anlaşmaların gözden geçirimesi, vergi sistemi, gereksiz alaylı subayların emekli edilmesi, gayri müslim tebadan da asker alınması, kapitülasyonların daraltılması gibi iddialı çalışmalar hedeflendi. Ancak bu iyi niyetli toparlanma gayretleri karşısında Osmanlının dağılmasını isteyen odaklar boş durmadı ve üst üste üç olay meydana geldi. Bulgaristan 5 Ekim 1908 de bağımsızlığını ilan etti, 6 Ekim de Yunanistan Girit adasını topraklarına kattı ve aynı gün Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Bosna Hersek’i ilhak etti. Yeni hükümet bunlarla baş etmeye çalışırken 31 Mart olayı patladı.
İttihatçı kadronun kısmen etkili olduğu hükümet bu dış sorunlar ile mücadele ederken içeride bulunan Meşrutiyet karşıtları da boş durmuyordu. Aslında İttihatçı kadrolar onlara istemeden de olsa malzeme veriyordu. Nasıl derseniz, birinci meşrutiyetin aksine ikinci meşrutiyet ilanını bir devrime dönüştürmek isteyen itihatçı kadrolar özellikle kadınların sosyal hayata dahil olması yönünde yaptıkları çalışmalar gerici din adamları tarafından şiddetle eleştiriliyordu. Özellikle Derviş Vahdeti’nin başını çektiği grup Meşrutiyet idaresini dinsizlik olarak görüyordu. Kısacası İttihatçılar bulanık suda balık avlamaya çalışıyordu, üstelik ellerinde yem olmadan.
Devam edeceğiz efendim...