Tekelerin dişilerine kur yapmak amacıyla yaptığı hareketlerin folklor hayatımıza nasıl girdiğinden dem vurup sözü siyaset esnafına getirmiştik. İnsanların yaşadığı coğrafya ve o coğrafya üzerinde yaşayan hayvanlardan etkilenmemesi mümkün değildir. Bu etkileşim üç ana başlıkta kendini gösterir. Birinci grup o coğrafyanın özelliklerini tam bilen ve ortak değerlerde buluşup birlikte yaşamanın ne derece önemli olduğu gerçeğini kabul edenler. İkinci grup ise ortak değerleri bir kenara koyup benim değerim de yaşayacaksınız diye inat edenler. Üçüncü grup ise o coğrafyanın değerlerini beş para etmez diye kabul edip başka coğrafyaların değerleri ile yaşama hevesi içinde olanlar. Şu anda Türkiye’deki şamata kabaca üçe ayırdığım bu üç grup arasındaki kavganın kuru gürültüsüdür. Kuru gürültü diyorum çünkü bilirim ki su akar ve engel koysanız dahi gerçek yatağını bulup akmaya devam eder.
Konumuza dönecek olursak siyaset esnafı oy derdine düşüp sadece tekelerden değil bir çok alandan etkilenip bu etkileri oya çevirme gibi yetenekleri vardır ve etkilendiği alanlardan biri de tiyatro sanatçılarıdır. Tiyatro sanatçısı eserdeki rolünü ezberler ve rolünün hakkını vermeye çalışır. Siyasetçi ise herhangi bir rolü ifa etmiyor olsa dahi o sanatçının rol yapma yeteneğini birebir taklit eder. Bazen ağzımız açık kalır nasıl böyle yalan veya abartılı konuşabiliyorlar, hadi konuştular nasıl rahat uyuyabiliyorlar diye. Uyurlar efendim uyurlar çünkü o an bir sanatçı gibi rol yapıyorlar da ondan uyurlar. Haluk Bilginer'in Kral Lear rolünü oynarken sarfettiği “Oysa benim içimde savaş var, durmadan ölüyor içimdeki insanlar” sözünün etkisinde kalıp da bunalıma girdiğini duyan var mı? Yok. Yedi Kocalı Hürmüz rolünü canlandıran muhteşem sanatçı Ayten Gökçer “Altı koca daha olsa mı acaba?” diye sorduğunu duyan var mı? O da yok.
Bazen öyle demeçler verir ki siyaset esnafı neremizle güleceğimize karar veremeyince saçımızı başımızı yolduğumuz zamanlar olur. Biraz geriye gidip bugün ile tekrar buluşalım isterseniz. Yıl 1957 ve genel seçimler yapılmaktadır. İktidar partisi seçim kampanyası sırasında elinden geleni yapmış ama seçimi tekrar kazanma şansının düşük olduğunu bilmektedir. Seçim gününe kadar her türlü dalavere yapılmış ama bu yeterli görülmemiştir. Adına ister cahil cüreti deyin ister despot özgüveni deyin farketmez ve TRT'ye bir talimat gönderilir. Saat daha gündüz iki olmasına, oy verme işlemi devam etmesine ve sandıklardaki oyların sayılmasına geçilmemesine rağmen radyolar iktidar partisi kazandı diye bangır bangır yayın yapmaya başlar. Zaten oy vermeyi çok sevmeyen muhalif kesimin bir kısmı bu haberlerden etkilenip oy vermeye gitmezler ve muhalefet ciddi bir oy kaybına uğrar. YSK ya itiraz edilip yayın durdurulur ama atı alan üsküdarı geçmiştir.
Günümüze dönecek olursak adını bu partiden, ablemini bir başka partiden alan miras peşindeki “Torun” genel başkanı geçenlerde televizyona çıkıp şöyle bir cümle sarfetti. “Bu iktidarın en büyük zararı halkın sandık güvenliği konusunda inancını kaybetmiş olmasına sebeb vermesidir” dedi. Her sabah gazetecilik yapmanın erdeminden bahseden sunucu da “Bu işler 1957 de başlamadı mı?” diye sormadı, soramadı. O genel başkan da Yavuz Selimi göklere çıkarıp Padişah Deli İbrahimi yok sayan çakma Osmanlı torunu edasıyla konuşmasna devam etti. Adam devamı olduğunu iddia ettiği partinin günahlarını bilmediği gibi sevabı olduğunu düşündüğü geçmişini de bildiğini sanmıyorum. Peki bu genel başkan ne yapıyor? Çıkmış siyaset sahnesine rol yapıyor.
Haftaya “Bu sürünün beş önemli Tekesinden biri benim” diyen yeni yetme bir teke adayı aklıma düştü ve onunla devam edeceğim efendim...