Anadolu’dan insan manzaralarına geçmeden önce Anadolu İnsanından bahsetmekte fayda vardır. Anadolu İnsanı saftır, temizdir, dürüsttür, misafirperverdir, içinde kötülük barındırmaz, kin tutmaz. Kendisine yapılan kötülüğü çabucak unutur, yapılan iyiliği ise unutmaz. İnsanoğlunun Anadolu’ya ayak bastığı tarihin ilk çağlarından itibaren günümüze kadar geçen zamanda bu topraklarda hüküm süren medeniyetlerden elde edilen verilere bakıldığında hep hoşgörü ve iyi niyet görürüz. Yukarıda kullandığımız ”Saf” kelimesi, dürüstlük ve temizlik anlamında kullanılmıştır. Ama Anadolu İnsanının bu saflığından istifade etme yoluna gidenler de olmuş ve onu kandırmayı başarmıştır. Ne kadar kandırılsa da başka topraklarda yaşayan insanlardan farklı olduğu gün gibi aşikârdır.
Anadolu insanımızın bu saflığı, dürüstlüğü ve art niyet taşımadığı konusunda, Kültür Bakanlığında geçen 20 yılı aşkın müfettişlik görevim sırasında tanık olduğum bazı örnekleri paylaşmak istedim.
Yatak, temizlik ve kravat!
1977 yılı Mart ayı idi. İki müfettiş arkadaşımla birlikte Sinop İline teftişe gittik. Mesai bitiminde Sinop’a vardığımız için misafirhane bulma imkânımız yoktu. Doğruca bir otele gittik. Bize üç kişilik bir oda verdiler. Odaya çıkarken müfettiş arkadaşlarımdan biri otel görevlisine, yatakların temiz olup olmadığını sordu. “Temizdir Ağabey” diye cevap aldıktan sonra, odamıza çıktık. Yataklar temiz mi diye soran müfettiş arkadaş odaya girince demir karyolaların üzerindeki yorganı kaldırıp yataklara baktı ve bizimle birlikte odaya gelen otel görevlisi gencin gözlerine bakarak “Hani temizdi, bu yataklarda yatılmış” dedi. Gencin verdiği cevap Anadolu insanının saflığının güzel bir örneği idi:
- Temizdir ağabey, vallahi sizin gibi kravatlı beyler yatmıştı!
Kurtçi, Mao’cu çocukların Atatürkçi babası!
Yıl 1978; bir müfettiş arkadaşımla birlikte Van İlindeki birimlerin teftişi için görevlendirildik. Van’da Milli Eğitim Müdürlüğüne bağlı bir okulun iki odası misafirhane olarak kullanılıyordu. Birinde Milli Eğitim Bakanlığı Müfettişleri kalıyordu, diğer odayı da bize verdiler. Müfettiş arkadaşımla birlikte eşyalarımızı odaya koyduktan sonra Akşam yemeğimizi yemek üzere dışarı çıktık. Kapıda bir görevli vardı. Akşam saat kaça kadar kapının açık olduğunu sordum. Görevli kendi şivesi ile “Akşam saat on birde kapıları kapatiyih (kapatıyoruz) begim” dedi. Ona; “On birden sonra gece bekçisi gelmiyor mu?” diye sordum, “Gece bekçisi benem” dedi. Soru şeklinde “Peki on birden sonra…” deyiverdim. Verdiği cevap çok enteresandı:
- Valla begim, niye yalan söyliyem sebehe (sabaha) kadar yatiyem!
(Bölge insanı konuşmasında; söylediklerinin doğru olduğunu vurgulamak için sözün başında “vallahi” kelimesinin kısaltılmışı olarak “Valla” kelimesini kullanır. Valla begim -beyim-” diye söze başlar)
Van teftişimiz sırasında Müze Müdürlüğüne bağlı ören yerlerini de denetliyorduk. Urartu’lardan kalma bir ören yerinin denetiminden sonra, ören yeri yakınındaki köyün ileri gelenlerinden biri bizi çay içmeye davet etti. Çay sohbetimiz sırasında, çocukları olup olmadığını sordum: İki oğlu olduğunu ve İstanbul’da Üniversite tahsili gördüklerini söyledi. O yıllarda artık had safhaya ulaşmış olan öğrenci olaylarından bahsettikten sonra ona; çocuklarının öğrenci hareketlerine karışıp karışmadıklarını sordum. Verdiği cevap gerçekten de düşündürücü idi:
- Valla begim, biri olmiş Kurt’çi, biri olmiş Mao’ci, vallahılazim ben Atatürkçiyem!
Bunu söylerken odanın duvarında asılı olan Atatürk posterini gösterdi.
Kendini yakma pahasına dürüstlük
Yine 70’li yıllardı. Güneydoğu’daki bir müzemizde gece vakti bir soygun girişimi olmuş ve gece bekçimiz soygunculardan birini tabancayla ayağından vurmuştu. Silah kullandığı için; mevzuat gereği savcılıkça müze gece bekçisi hakkında soruşturma açılmış, ancak memur olduğundan soruşturma emri için Bakanlığa yazılmış ve ilk tahkikat görevi Bakanlıkça da bana verilmişti. Bir müfettiş yardımcısı arkadaşımla birlikte o müzeye giderek soruşturmaya başladık. Gece bekçisinin ifadesini almadan önce yaptığımız incelemede; bekçinin; saf, tertemiz, görevi boyunca en ufak bir disiplin cezası bile almamış dürüst biri olduğunu gördük. Bu olaydan dolayı ceza alması büyük bir haksızlık olacaktı. Gece Bekçisinin ifadesini alırken ona olayın nasıl cereyan ettiğini sordum. Olayı anlattı, sıra tabanca kullanma bölümüne geldiğinde kendisine, “Soyguncuları gördüğünde havaya ateş ettin, kurşun sekerek adamın ayağına geldi, değil mi” diye sordum. Bana “Yok begim adama ateş ettim” dedi. Ona tekrar “Bak iyi düşün, sen önce havaya ateş ettin, kurşun sekti değil mi” dedim. Dürüstlükten taviz vermiyordu. Bana yine “Yok valla begim adamın anasıni ağlatacaktım” dedi. Mevzuatın çarpıklığından dolayı bu tertemiz insanın ceza alması büyük bir haksızlık olacaktı. Sonunda “Kurşunun sekerek soyguncunun ayağına geldiği” şeklindeki ifadesini almayı başarmıştık!
Nemrut Dağında güneşin doğuşu
1980’li yılların başı idi. Adıyaman Müzesinin teftişi sırasında Müzeye bağlı ören yerlerinden biri olan Nemrut Dağına gittik. Orada görevli bekçi ile birlikte Nemrut Dağına tırmandık. Temmuz ayı olmasına rağmen zirvede soğuk rüzgârlar estiğini söyleyen bekçinin uyarısıyla yanımıza battaniye de almıştık. Gerçekten de zirve soğuktu. Ören yerindeki kalıntıları inceledikten sonra bekçiye “Burada güneşin doğuşunun çok güzel olduğu söyleniyor, gelen yerli ve yabancı turistlerin güneşin doğuşunu seyretmek için burada sabahladıklarını duyduk, gerçekten de güneşin doğuşu farklı mı?” diye sordum. Verdiği cevap bizi şaşırtmıştı; “Valla müfettiş bey, aşağida Antiokhos Otelinin tepesinde nasıl doğise aha buradan da aynen öyle doği” demişti, benim saf, tertemiz görevlim.
İstiklal Marşını kim yazdı!?
Yetişkin insanlarımızdan örnekler verdik. Şimdi gelelim çocuklara. Çocuklar zaten dünyanın her yerinde aynıdır; saftır, temizdir, melektir. Ama benim Anadolu’mun çocuğu bir başkadır. Saflıkta, temizlikte, meleklikte üst seviyededir. Bunu bir örnekle anlatmak isterim: Bundan 25 yıl kadar önceydi, İstanbul’da Ağabeyimin evinde, yeğenlerim ve ağabeyimin torunlarıyla sohbet ediyoruz. Bana “Akif Amca” diye hitap ediyorlardı. Bir ara ağabeyim bana “Mehmet Akif” deyince; İlkokul ikinci sınıfa giden torunlardan biri (Şimdi Makine Mühendisi) adımın “Mehmet Akif” olduğunu öğrenince yüzüme dikkatlice baktı ve “Amca İstiklal Marşını sen mi yazdın?” dedi. Ben de çocuğun hoşuna gider diye “Evet yavrum ben yazdım” deyiverdim. Biraz düşündü sonra tekrar bana döndü ve “Ama amca, onun soyadı Ersoy’du” dedi. Ben de hiç tereddüt etmeden “Evet yavrum benim soyadım evleninceye kadar Ersoy idi, evlendikten sonra “Işık” oldu” dedim. Ertesi gün okula giden torun, okul dönüşü biraz kızgın biraz da üzgün vaziyette anlattı: Anadolu tabiriyle “Yememiş içmemiş” sınıfta öğretmenine “Öğretmenim İstiklal Marşını benim amcam yazmış, o zaman soyadı Ersoy’muş şimdi soyadı Işık olmuş” deyince yanında oturan arkadaşı da onu kıskandığı için “Eğer İstiklal Marşını senin amcam yazdıysa Süleyman Demirel’de benim dayımdır” demiş. Şimdi o günleri hatırlayıp gülüyor.
Anadolu insanımın hep gülmesi dileğiyle…