Yıl 1952… Diyarbakır iline bağlı Silvan ilçesindeki Gazi İlkokulunda okumayı söktüğümüzde, arkadaşlarımla birlikte pek mutlu olmuştuk. Özellikle gazete başlıklarını okumaya başlayınca kendimizi daha da büyümüş görüyor ve etraftakilere de bunu hissettirmeye çalışıyorduk.
O dönemde ilçeye her gün gazete gelmezdi. Gazete satıcısı haftada iki kez il merkezine giderek gazeteleri toplu olarak getirir ve ilçedeki abonelere dağıtırdı. Gazetenin gelişini merakla bekler ve dağıtıcıdan kendimiz giderek gazeteyi alır ve ellerimizde gazete ile çarşının bir ucundan diğer ucuna; sanki herkes ellerimizdeki gazeteyi görüp bizlere, içlerinden “aferin” diyecekler düşüncesiyle, havalı bir şekilde yürürdük. Sonra evlerimizin önündeki taş merdiven basamaklarına oturur, büyük bir merakla gazeteyi okumaya çalışırdık. Gazetede en çok ilgimizi çeken çizgi romandı.Çizgi roman okunduktan sonra sıra haber başlıklarına gelirdi. Haberin içeriği bizim için önemli değildi. Başlıkları okumak yeterliydi. Spor sayfasında okuduğumuz bir haber çok ilgimizi çekmişti: Haberde“ … adlı sporcumuz rekor kırdı” yazıyordu. “Rekor”un ne olduğunu bilmiyorduk. Bildiğimiz bir rekor vardı; o da ilçedeki kamyon tamir edilirken duyduğumuz araba rekoru idi. Bu rekor da epeyce kalın bir demir boru idi. “Vay be,helal olsun adama, koca rekoru nasıl kırmış ki “ diyerek, kendimize göre yorumlar yapmaya başlamıştık.
Yine bir gün, okuduğumuz bir haber nedeniyle bütün gün il merkezinden gelecek otobüsü beklemiş ve yolcuların hepsi ininceye kadar dikkatlice otobüsü izlemiştik. Zira gazetede “Silvana Pampanini geliyor” haber başlığını okumuştuk. Bildiğimiz bir tek Silvan vardı, o da şu an içinde bulunduğumuz Silvan ilçesi idi. Demek ki ilçemize Pampanini adlı bir yabancı gelecekti. Bir yabancı görmek bizim için alışılmış bir olay değildi. Aramızda heyecanlı konuşmalar yapmış, yabancının niçin gelebileceği konusunda elbette ki çocukça gerekçeler ileri sürmüştük. Günde bir kez Diyarbakır’dan gelen otobüs ilçenin tek toplu taşım aracı idi. O gün otobüsün geliş saatinden epey önce, ilçenin girişinde bulunan ve otobüsün durup kalktığı toprak zeminli meydana gitmiş ve heyecanla beklemeye başlamıştık. Otobüsün uzaktan görünmesiyle birlikte oturduğumuz yerden fırlayarak otobüs duruncaya kadar, tozları yuta yuta, otobüsün yanında koşmuş ve inen yolcuları tek tek incelemiştik. Ancak otobüsten yabancı birinin çıkmayışı bizi hayal kırıklığına uğratmıştı. Birkaç gün daha otobüsün gelişini beklemiştik. Ancak Pampanini adlı yabanca gelmemişti. Pampanini’nin niçin gelmediğini anlayamamış ve kimseye de soramamıştık. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, gazete başlıklarıyla beraber haber içeriğini de okumaya başladığımızda, bu kişinin adı “Silvana” soyadı da “Pampanini” olan meşhur bir sinema sanatçısı olduğunu öğrenmiş ve o günkü davranışımıza gülmüştük.
Söz otobüsten açılmışken, o günkü ulaşımdan da bahsetmek gerekir. O günlerde seyahatler; ancak mecbur kalındıkça yapılırdı. Ya bir düğün veya hastalık durumu, ya da çok önemli bir ziyaret veya ilçede bulunmayan acil bir ihtiyacı karşılamak üzere İl merkezine gidilirdi. Yollar stabilize idi. Silvan’daki, Hacı Şevket’e ait tek otobüs de pek yeni sayılmadığı için 84 kilometrelik yolculuk gün boyu sürerdi. Yolculuk anında, otobüsün hız göstergesi 25 kilometreyi gösterdiğinde, şoför yolculara döner ve gururla “25’le gidiyıh (gidiyoruz) ha” derdi. Yolculardan da “Maşallah” sesleri yükselirdi. Hız göstergesi zaman zaman 30 kilometreye çıktığında da şoför ; “Uçiyih, uçiyih” (Uçuyoruz, uçuyoruz) diye hava atardı.
Sabah Silvan’dan kalkan otobüs, önce bir öğlen yemeği molası verirdi. Kasımiye adlı köyün girişindeki mola yerinde, tek katlı, kerpiç duvarlı,toprak damlı,küçük bir lokanta, lokantanın yakınında, büyük bir dut ağacının altında, suyu devamlı akan bir çeşme ve uzak bir köşede de tahta ve teneke parçaları ile yapılmış bir tuvalet vardı. Tuvalete gitmek isteyen kişi, çeşme başındaki teneke ibriklerden birini alıp su doldurduktan sonra tuvaletin kapısına yaklaşıp içeride kimse olup olmadığını kontrol için“öhö öhö” diyerek biraz bekler, içeriden aynı şekilde “öhö öhö” sesi gelmezse kapıyı açıp içeri girerdi. Şayet bayanlardan biri tuvalete gidecekse, eşi, çocuğu veya bir yakını da birlikte gider ve tuvalete giden yolun başında nöbet tutardı.
Lokantanın spesiyal yemeği “Tırşık” adı verilen bol domatesli, patlıcan, yeşil biber ve bazen de patates karışımlı, etsiz “türlü” yemeği idi. Öğlen yemeği molasından sonraki durak Karahan köyü idi. Burada otobüsün motorunun soğuması beklenirken, köyün girişindeki kahvede de ikindi çayı içilir ve otobüsün motoru soğuduktan sonra tekrar yolculuk başlardı.(Sanıyorum İngilizlerin “beş çayı” bizdeki ikindi çayından kopya edilmiş olmalı.) Hava kararmaya başladığında Diyarbakır’a varılabilirdi.
O yıllarda televizyon olmadığından ve her evde radyo da bulunmadığından, gerek aile içerisinde ve gerekse misafir geldiğinde güzel sohbetler olurdu. Biz çocuklar da bir köşede oturup büyüklerin konuşmalarını can kulağı ile dinlerdik. Bir gün bu sohbetler sırasında, atasözü dedikleri “sakla samanı gelir zamanı” diye bir söz söylendiğini duymuş ve ertesi gün bunu arkadaşlarıma anlatıp, ne anlama geldiğini sormuştum. Bu atasözündeki Saman’ın hayvan yemi olarak kullanılan saman olduğunu düşünen arkadaşlarımdan hiç birinin samanın neden saklanması gerektiği konusunda bir fikri yoktu. Atalarımız bu sözü niçin söylemişti? Cevabı bir türlü bulamıyorduk. Ancak; aradan bir müddet geçip yağmurlar başlayınca bunun da cevabını buluverdik. Yağmurlu bir günde arkadaşlarımızla yine kuytu bir köşede oturup sohbet ederken komşularımızdan birinin evinin damındaki toprağı sıkıştırmak için loğ (silindir şeklinde taş) gezdirirken bir taraftan da elindeki torbadan saman alıp dama serptiğini ve loğu üzerinden geçirdiğini görmüş ve o an bu atasözünün de anlamını çözüvermiştik. İlçede resmi binalar hariç bütün evler düz ve toprak damlı idi. Yağmur başlayınca tavanın akmaması için damlara saman dökülüp üzerinden “loğ” denilen silindir şeklindeki bir taş geçirilerek samanın toprağa nüfuz etmesi sağlanırdı. Demek ki, saman bu iş için saklanmalı ve kışın, zamanı gelince de damlara dökülmeliydi. Bu konuyu da aydınlığa kavuşturduğumuz için (?) çok mutlu olmuştuk.
O zamanlar; İlçede boş bulduğumuz düzlük alanlarda, bazen de ilçe girişindeki ağaçlar arasında top oynardık. Dış kabı deriden, dikişli ve içinde şişirme ucu olan lastikli top sadece büyüklerde vardı. Biz de kâğıtları yuvarlayıp üzerine bez sarıp iplikle iyice sarıp sıkıştırdıktan sonra top haline getirip oynardık. Bazen maç bitmeden top parçalanır ve maç da bitmiş olurdu. Ama hepimiz mutlu idik. Yazın sıcağında top koşturduktan sonra da “Büyük Çeşme” denilen kaynak su havuzuna gider ve orada çimerdik (yüzerdik). Bazen de su içmeye gelen mandalar da bizimle birlikte suya girerdi.
İşte çocukluk yıllarımız böylece akıp gitmişti. Haydi, gelin şimdi hep birlikte o günlerle bu günleri mukayese edelim. Eyvallah...