1950’li yıllar... En gözde ilaç Gripin adlı büyükçe bir hap, başı ağrıyana yutturuyorlardı. İlaç büyükçe olduğu için de herkes yutamazdı. Bu nedenle de ilacın dış kabı açılır içindeki toz bir bardak suda eritilip içilirdi. Ateşlenince de dayarlardı “Penisilin”i. Her ilçede hastane yoktu. İlçelerde “Hükümet Tabibi” denilen bir doktor olurdu. Evde biri hastalandığında, genelde doktor eve çağırılırdı. Doktor, öncelikle çantasını hazırlar ve kendisini çağıran kişi ile birlikte hasta bulunan eve giderdi. Doktorun çantasını da ekseriyetle doktoru çağıran kişi taşırdı. Doktor stetoskop ile hastayı muayene ettikten sonra çantasından iğne takımını (şırınga) çıkarır ve gazocağının yakılmasını isterdi. Zira iğnenin (şırınganın) mikroplardan arındırılması için su içinde kaynatılması gerekirdi. Tüplü veya elektrikli ocaklar yoktu. Ayrıca her evde gazocağı da bulunmuyordu. Bu nedenle genelde doktorlar çantalarında küçük bir ispirto ocağı taşır ve gerektiğinde bu ocağı kullanırlardı. Şimdiki gibi plastik şırıngalar ve tek kullanımlık iğneler yoktu. Şırıngalar madeni uçlu olup, ilaç haznesi de camdandı. İğneler ve şırınga devamlı kullanıldığı için madeni kapaklı bir kap içerisinde bulundurulur ve kullanmadan önce kutunun üzerine su doldurulur ve mikropları öldürmek üzere gazocağı veya ispirto ocağında kaynatılırdı. Su bir müddet kaynadıktan sonra, ocağın üzerinden alınır, biraz soğuması beklenir ve doktor çantasında bulundurduğu ilacı enjektöre çekip iğneyi yapardı. Biz çocukların en çok korktuğu da bu kocaman iğnelerdi. O zamanlar hazır ilaç çeşidi çok az idi. Bu nedenle doktorlar reçeteye ilacın adını değil, bu ilacın içeriğinde bulunan ham maddelerini gram olarak yazar, eczacı da cam kavanozlar içerisinde bulundurulan bu maddeleri hassas terazide tartmak suretiyle karışımı hazırlar ve birer kullanımlık kâğıt poşetler içerisine koyarak verirdi. Bazı ilaçlar da bazen, hastaları bekletmemek için, eczacılar tarafından önceden hazırlanırdı. Buna da “müstahzar ilaç” diyorlardı. Bu tür ilaç yapımı 1960’lı yıllarda da devam etmişti. (1959-63 yılları arasında Siirt Lisesinde okurken bir akrabamızın eczanesinde, okul çıkışında, çırak olarak çalışıyor ve müstahzar ilaç yapımına da yardımcı oluyordum.)
O yıllarda duyduğumuz kadarıyla bütün ülkede “trahom”, “sıtma” ve “verem” hastalıkları yaygın idi. Karnı şişip ateşlenen hastaya “Sıtma” olduğu söylenir ve “Kinin” denilen bir hap içirilirdi. Gözü çapaklanıp, akıntı yapan hastalara da “trahom” olduğu söylenir, gözlerine birer damla damlatılırdı. Gözümüzde hastalık başladığında doğruca Hükümet Tabipliğine veya Trahom Savaş Dispanserinin önüne giderek sıraya giriyorduk ve görevli bir sağlık personeli de elinde bir şişe ilaç ile kapıda bekliyor sırası gelen kişinin gözüne elindeki damlalıkla ikişer damla damlatıp gönderiyordu. O yıllarda genellikle Güneydoğuda bir de “şark çıbanı” adı verdikleri bir yara salgını vardı. Bu yara ekseriyetle yüz kısmında oluşuyor ve mutlaka yaranın izi kalıyordu. Yara, göze yakın çıktığında da gözü kör edebiliyordu. Bu yüzden yöremizde gözünü kaybetmiş birçok kişi bulunmaktaydı. Benim bütün ağabeylerimde bu çıbanın izi vardı. Bende şark çıbanı çıkmamıştı. Nasıl bir tedbir alındığını bilemiyorum, ancak benden sonra bu çıbanın çıktığını da pek görmedik.
İştahı kesilip, zayıflayan kişiler için de “verem” oldukları söylenirdi. Verem hastalığına “ince hastalık” diyorlardı. Bu hastalıktan genellikle kurtulan da olmuyordu. O dönemde çekilen Türk filmlerinde de bu konu sık sık işleniyor ve vereme yakalanan kişi öksürdüğünde ağzına tuttuğu mendilinde kan izi varsa artık hastalığın son evresine geldiği anlaşılıyor ve seyircilerden “vah, vah” sesleri yükseliyordu. 50’li yılların sonlarına doğru vereme yakalanan bazı hastaları tedavi için Ankara veya İstanbul’a göndermeye başlamışlardı. Tedavi olup dönenlerin epeyce kilo aldıklarını görüyor ve bunun sağlıklı beslenme sonucu olduğunu düşünüyorduk. Meğerse hastaya kortizonu dayadıkları için vücut şişiyormuş.
Verem, Sıtma ve Trahom hastalıkları uzun süre devam ettiği için “Sağlık Bakanlığında” özellikle bu hastalıklarla mücadele için; Verem Savaş Genel Müdürlüğü, Sıtma Savaş Genel Müdürlüğü ve Trahom Savaş Genel Müdürlüğü birimleri oluşturulmuştu. Vilayetlerde de bunlara bağlı olarak; “Verem Savaş Dispanseri”, “Sıtma Savaş Dispanseri” ve “Trahom Savaş Dispanseri” bulunmaktaydı. O yıllarda her yerde röntgen cihazı da yoktu. Çocukluk yıllarımın geçtiği Siirt ve Diyarbakır yöresinde Röntgen cihazına “Ayna” deniliyordu. “Doktor aynada baktı. Adamın içini olduğu gibi gösteriyor” dediklerinde hayretimizi gizleyemiyorduk. Hemen hemen her ilçede bir sünnetçi vardı. Genellikle berberler sünnetçilik de yapardı. Diş Doktoru yerine “dişçi”ler bulunmaktaydı. Morfin hak getire, kerpeteni dayadıkları gibi dişi çekerlerdi. Dişi ağrıyan kişi önce dişine tuz bastırıp bir müddet daha bu şekilde idare eder, sonra ağrı artınca da dişçiye gidip çektirirdi. Çocukluk yıllarımda bizim evimiz ilçenin bir ucunda, dişçinin evi ise ilçenin diğer ucunda idi. Diş çektirip eve döndüğümde, anneme; “Anne sesim buraya kadar geldi mi” diye sorardım. Birçok yerde de ekseriyetle nalbantlar aynı zamanda diş de çekerdi. Kısacası; “kerpeteni olanlar aynı zamanda diş de çeker, usturası olanlar da berberliğin yanı sıra sünnetçilik de yapardı.” Elbette ki ortopedi mütehassısları yoktu, “Kırıkçı” denilen kişiler vardı. Kırık ve çıkık olduğunda bunlara gidilir veya onlar evlere çağırılır, gerekli müdahaleyi yaparlardı. Çıkık uzuvlar çekilerek yerine yerleştirilir, kırıklar için de; kırılan kemikler göz kararı ve el yordamıyla uc uca getirildikten sonra üzerine zeytinyağı sürülür ve temiz bir bezle sarıldıktan sonra iki tahta arasında sıkıca bağlanırdı.
O yıllarda bazı hastalıkların tedavisi için tabiatta yetişen bitkiler kullanılıyor ve hemen hemen her yerleşim yerinde, çoğunluğu kadın olan ve bitkilerden ilaç yaparak çoğu kez sevabına ihtiyaç sahiplerine dağıtan elleri öpülesi nineler vardı. Ayrıca; o dönemlerde bitkisel ilaçların bir kısmı hemen hemen bütün halk tarafından biliniyor ve kullanılıyordu. Kabızlık halinde sinameki otu kaynatılıp içiriliyor, ishal olunduğunda bir miktar kahve üzerine limon sıkılarak macun haline getirilip yutturuluyordu.(Şifa bulduğum bu kahve limon karışımını halen kullanırım). Bebeklerde gaz olduğunda Anason bitkisi kaynatılıp içine biraz şeker konulup çay kaşığı ile yavaş yavaş bebeğe içiriliyordu. O yıllarda özellikle bebeklerin ve çocukların dillerinde yaralar oluşuyordu. Bunun için bebeklerin dillerine karadut şurubu sürülüyordu. Bizim için de bazı bitki karışımları dövülerek toz haline getiriliyor ve dilimize sürüp bir müddet dilimiz dışarıda kalacak şekilde ağzımızı açık tutarak bekliyorduk. Bu karışımı almak için beni yakınımızda oturan yaşlı bir nineye gönderiyorlardı. Benden para da almıyordu. Allah rahmet eylesin. Sonraki yıllarda bitkilerden yapılan bu ilaçlar için “Kocakarı İlacı” tabiri kullanılmaya başlanacak ve fabrikasyon ilaçların kullanılması teşvik edilecekti. Şimdi bakıyorum, hastalıktan korunmak için bağışıklık sisteminin güçlü olması gerektiği yolunda görüşler dile getirilmeye ve “Kocakarı İlacı” diyerek gözden düşürülen zencefil, zerdeçal gibi birçok bitkilerden söz edilmeye ve “Ah keşke o Kocakarı İlacı dedikleri ve elleri öpülesi annelerimizin, ninelerimizin o mübarek elleriyle yaptıkları bitkisel karışımları terk etmeseydik” demeye başladık.
Sağlık olsun…