İstanbul’un fethini müteakip Fatih Sultan Mehmet tarafından devletin yönetim merkezi ve saray erkânının ikametgâhı olarak Topkapı Sarayının ilk yapısı inşa edilir. Daha sonra gelen padişahların ilaveleri ile daha doğrusu ihtiyaç duyuldukça yapılan ilavelerle, büyük bir saray hüviyetini alır. Sultan Abdülmecid’in 1854 yılında Dolmabahçe Sarayını inşa ettirip buraya taşınmasıyla Topkapı Sarayı artık imparatorluk sarayı hüviyetini kaybeder ve sadece hazinenin korunduğu ve bazı yaşlı saray erkânının yaşadığı bir yapı topluluğu olarak hayatiyetini idame ettirir. 1924 yılına kadar bu haliyle devam eder.
1924 yılı Mart ayı başında, 431 sayılı kanun Büyük Millet Meclisinde görüşülür ve 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilir. Bu kanunun adı “Hilafetin Ilgasına ve Hanedan-ı Osmani’nin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun”dur. Bu kanunun Dokuzuncu maddesinde: “Mülga padişahlık sarayları, kasırları ve emlakı sairesi dâhilindeki mefruşat, takımlar, tablolar, asarı nefise, bilumum emvalı menkule millete intikal etmiştir.” Denilmiş ve Onuncu maddesinde de; “Emlakı hakaniye namı altında olup evvelce millete devredilen emlak ile beraber mülga padişahlığa ait bilcümle emlak ve sabık hazinei hümayun muhteviyatlarıyla birlikte saray ve kasırlar ve mebani ve arazi millete intikal etmiştir.” hükmü yer almış ve bu kanun 6 Mart 1924 tarih ve 63 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Kısacası bu kanunla Saray ve Kasırlar başta olmak üzere Osmanlı İmparatorluğunda padişahlık yapmış kimselerin tapuya kayıtlı bütün malları ile Saray ve Kasırlardaki mefruşat, tablo, sanat eserleri ve tüm mallarının millete intikal ettiği hüküm altına alınmıştır. Bu kanunun yürürlüğe girmesinden bir gün önce; yani 5 Mart 1924 tarihinde Maarif Vekâletince Başbakanlığa gönderilen 153 sayılı yazı ile Topkapı Sarayı’nın, İstanbul Eski Eserler Müzesine bağlı olarak müzeye dönüştürülmesi teklif edilmiş ve bu teklif “İcra Vekilleri Heyeti” (Bakanlar Kurulu) nun 3 Nisan 1924 tarihli oturumunda kabul edilerek Topkapı Sarayı Müze haline dönüştürülmüştür. Müze haline getirilme kararı sonrası oluşturulan bir komisyon tarafından Topkapı Sarayı’nın bütün mekânları bölüm bölüm gezilmiş ve her bölümde bulunan eser, kitap ve demirbaş eşyanın tespitleri yapılarak “Komisyon Defteri” adı altındaki defterlere sıra numarası verilerek kayıt edilmiştir. Eski harflerle (Osmanlıca) olarak tutulmakta olan bu kayıtlara, Harf İnkılâbını müteakip yeni harflerle (Latin harfleri ile) devam edilmiş ve Hazine, Silahlar, Kutsal Emanetler, Gümüşler, Saatler, Çin ve Japon Porselenleri gibi seksiyonlar oluşturulmuştur.
Topkapı Sarayında üç avlu bulunmaktadır. Bunların birincisi Ayasofya Camii yanından (Üçüncü Ahmet Çeşmesinin bulunduğu yerden) Bab-ı Hümayun olarak adlandırılan anıtsal kapıdan girilen 1. Avludur. Buraya Alay Meydanı da denilmektedir. Osmanlı döneminde elçileri, iş sahiplerini, saray görevlilerini ve dileğini iletmek üzere gelenleri burada dolaşırken görmek mümkündü. Bu avlunun girişine göre sol tarafında Aya İrini kilisesi yer alır. (Bu kilise camiye çevrilmemiştir.) M.S. 6. yüzyıla ait bir yapı olan Aya-İrini’de 1846 yılında Tophane Müşiri Fethi Ahmet Paşa tarafından, bugünkü anlamda müzeciliğin temeli atılmıştır. Burada: Esliha-i Atika (Eski Silahlar) ve Asar-ı Atika (Eski Eserler) olarak iki bölüm halinde eser teşhir edilmiştir. Her ne kadar müzelerin kurucusu olarak Osman Hamdi gösterilmekte ise de bu tamamen yanlış bir bilgidir. Nitekim 1946 yılında müzelerin kuruluşunun 100. Yılı kutlanmış ve anı olarak da 100. Yıl hatıra madalyonu bastırılmıştır. 1996 yılında da 150. Yılı kutlanmış ve 150. Yıl hatıra madalyonu bastırılmıştır. Osman Hamdi ise kendisinden önceki Müze Müdürleri Mr.Goold, Terenzio ve Dethier den sonra 1881 yılında Müze Müdürü olmuştur. Şayet Müzelerin kurucusu Osman Hamdi dersek Türk Müzeciliğini yaklaşık 40 yıl geri götürmüş oluruz. Osman Hamdi’nin tek avantajı Sultan 2. Abdülhamit tarafından yaptırılan İstanbul Arkeoloji Müzesinin inşaatının onun müdürlüğü dönemine rastlamış olmasıdır. Aya İrini’yi geçip ikinci avluya yaklaşırken kapının girişe göre sol tarafında, halkın şikâyet ve isteklerini yazdıkları dilekçelerini verdikleri “Deaviye Kasrı” olarak adlandırılan bir yapı bulunmakta idi, ancak bugün için yapının sadece temel kalıntılarını görmek mümkündür. Birinci avludan sonra Sarayın esas giriş kapısı olan Babüs- Selam kapısından 2. Avluya geçilir. Bu avlunun girişine göre sol tarafında Divan toplantılarının yapıldığı Kubbealtı ve Adalet Kulesi bulunduğu için bu avluya Divan Meydanı denilmektedir. Bu avluda Cülus (Padişahların tahta çıkışı), bayramlaşma ve elçi kabulü gibi törenler yapılmakta idi. Kubbealtı, Sadrazam başkanlığında bugünkü adıyla Bakanlar Kurulu toplantısının yapıldığı yerdir. Sadrazamın oturduğu sedirin arkasındaki duvarın üst tarafında kafesli bir pencere bulunmakta ve padişah bu pencereden toplantıyı izlemektedir. Dışarıdan bakıldığında pencerenin arkası ve dolayısıyla padişah görülmediği için orada devamlı padişah varmış gibi konuşmalara, hal ve hareketlere dikkat edilmekte idi.
Bu avludan sonra sadece padişahların ve onun izin verdiği görevlilerin geçebileceği Babüs-Saade kapısından üçüncü avluya geçilir. Kapı girişinin tam karşısında Arz Odası ve 3. Ahmet Kitaplığı yer alır. Yavuz Sultan Selim’in Mukaddes Emanetleri İstanbul’a getirmesinden sonra bu avlu içinde bulunan Has Oda artık bu emanetlerin muhafaza edildiği bir mekâna dönüşür.
İstanbul’daki en eski Milli Sarayımız olan Topkapı Sarayı, müzeye dönüştürüldükten sonra, Maarif Vekâleti bünyesinde bulunan Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğüne bağlı olarak faaliyetini sürdürmüş, Kültür Bakanlığının kuruluşu ile birlikte Kültür Bakanlığına bağlanmış olup günümüzde de Cumhurbaşkanlığı Milli Saraylar İdaresi Başkanlığına bağlı Topkapı Sarayı Başkanlığı olarak faaliyetini sürdürmektedir.
Topkapı Sarayı’nın müzeye dönüştürülmesi kararı alındıktan sonra saray içerisindeki yapılarda buna göre bir düzenleme yapılmış ve peyderpey ziyarete açılmıştır. Bu arada teşhir çalışmaları ve eserlerin tasnifi için yabancı uzmanlardan da istifade edilmiştir. Nitekim porselenlerin tasnifi için Dresden Porselen Müzesi Müdürü Prof. Dr. E. Zimmermann, silahların tasnifi için de; 1928 yılında Münih Silah Müzesi Müdürü Dr. Stöcklein (Ştoklayn) adlı bir uzman 400 lira aylıkla ve iki aylığına görevlendirilmiştir. Ancak daha sonra bu görevi iki ayda bitiremeyeceği için görev süresi 15 gün uzatılmış ve 15 günlük bu süre için de kendisine 200 lira ücret tayin edilmiştir. Bu görevlendirmeler 28.11.1928 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile yapılmıştır. Topkapı Sarayı; bahçeleri, avluları, kısacası açık alanları ile birlikte 70 dönüm (700.000 m2) arazi üzerinde kurulu yapı topluluklarından oluşmaktadır. İlk sarayın inşasını müteakip, geçen zaman içerisinde, ihtiyaç duyuldukça yeni yapılar ilave edilmiş, özellikle harem bölümü, içerisindeki ilave mekanlarla tabiri caiz ise tam bir gecekondu şekline bürünmüştür. Çok değişik ve bağımsız farklı yapı topluluklarından oluşan Topkapı Sarayında uzun yıllar öncesinden beri süregelen onarım ve restorasyon çalışmaları günümüzde de devam etmektedir.
SARAYIN TEFTİŞİ;
Topkapı Sarayının 1924 tarihinde Müze olarak faaliyete geçmesinden sonraki kapsamlı ilk genel teftişi, benim Kültür Bakanlığı Başmüfettişi olduğum dönemlerde, 1984 ve 1986 yıllarında, bir müfettiş yardımcısı ile birlikte, tarafımdan yapılmıştır. Gerek teşhir salonlarında ve gerekse depolarda bulunan eserler tek tek ele alınmış ve envanter kayıtları ile karşılaştırılarak sayılmıştır.
Teşhir salonlarındaki eserlerin sayımı Topkapı Sarayının ziyarete kapalı olduğu günlerde yapılmış, teşhir vitrinleri tarafımızdan oluşturulan bir komisyon (Seksiyon şefi +ayniyat memuru+ güvenlik görevlisi) marifeti ile açılmış ve sayım yapıldıktan sonra eserler tekrar yerine konulmuş ve vitrinler kapatılarak yeniden mühürlenmiştir.
Eser depolarına da yine aynı komisyon üyeleri ile birlikte, tutanak imzalanarak girilip çıkılmış, her gün sabah girişte, öğlen çıkışta ve öğleden sonra giriş ile mesai bitimi çıkışında olmak üzere dört kez tutanak tutulmuştur.
Teftiş sırasında denetimi yapılan seksiyonlardaki eserlerin tümü envanter kayıtları ile karşılaştırılarak sayılmış, hazine bölümündeki eserlerin bir kısmı da ayrıca hassas terazide tartılmak suretiyle envanter kayıtlarına uyup uymadıkları tek tek kontrol edilmiştir. Altın, zümrüt, yakut, elmas, fildişi, inci, bağa gibi maddelerden yapılmış bu eserlerin çok şükür ki yerli yerinde oldukları tespit edilmişti. Bu eserlerin birçoğuna paha biçmek mümkün değildi. (Kaşıkçı Elması, Topkapı Hançeri gibi.)
TOPKAPI SARAYI TEFTİŞİNDE DİKKAT ÇEKEN HUSUSLAR:
Hazine seksiyonunun teftişi sırasında dikkatimi çeken iki husus oldu. Büyükçe bir altın madalyonun envanter defterindeki kayıt bölümünün “Müzeye Geliş Şekli” hanesinde şöyle yazıyordu: “Müze Bekçisi... Haremde dolaşırken tahtaların arasına sıkışmış olarak bu madalyonu bulmuş ve alıp müze idaresine teslim etmiştir” Bu olay; yabancıların söylediği gibi; “Türkiye’deki en dürüst devlet görevlilerinden biri de müzecilerdir” sözünü doğrular nitelikteydi. Zira önceki yıllarda müzelerimizdeki eser depolarında çok sayıda envantersiz (kayıtsız) eser vardı ve sadece bir kısmı basit bir listede yazılı olan bu eserler eksiksiz olarak depolarda duruyordu. Nitekim ben de 1972 yılı başında Çanakkale Müzesine tayin olduğumda bana zimmetlenen arkeolojik eserlerin depoda sayımını yaparken sandıklar içerisinde aralarında altın eserlerin de bulunduğu ve listeleri de olmayan çok sayıda arkeolojik eser olduğunu görmüş; bunları kısa sürede envantere kaydetmiştim.
Topkapı Sarayı teftişinde dikkatimi çeken ikinci husus da envanter defterinin sonunda “Toz Toprak” yazılı bir kayıt vardı. Bu kaydın açıklamalar bölümünde “ Sayım esnasında çıkan ve toplanabilen toz topraktan ibaret olup torbası ile birlikte tartılmıştır” denilmiş ve torbanın ağırlığının 6 kilo 200 gram olduğu belirtilerek torbanın ağzı mühürlenmişti. Eser sayımında sıra bu torbaya geldiğinde, torbayı raftan alıp tarttık ağırlığı envanter defterinde kayıtlı olduğu kadardı. Torbanın içerisinde ne olduğunu bilmemiz gerekiyordu. Bunun için, depodaki masanın üzerine büyükçe bir sini koyduk ve torbanın ağzını açarak siniye boşaltarak pirinç ayıklar gibi çöpü karıştırmaya başladık. Çöpün içerisinden elmas, yakut, zümrüt, sedef, inci taneleri çıktı. Bunları ayrı ayrı hassas terazide tartarak küçük torbalara koyduk ve envanter kaydı karşısına da çöpün içerisinden çıkan kıymetli taşları gramajları ile birlikte yazarak, bu torbaları yine aynı büyük torbaya koyup ağzını mühürleyerek depodaki rafa yerleştirdik. Şayet müzede görev yapanlar dürüst olmasaydı ve bu torbadaki çöplerin yerine toz toprak koysalardı, elbette ki torbanın içinde ne olduğunu bilmediğimiz için, müfettiş olarak torbada ne varsa olduğu gibi kabul etmek zorunda kalacaktık.
Topkapı Sarayındaki teşhir salonlarında, diğer ülke müzelerinde de olduğu gibi eserlerin tümünün sergilenme imkânı yoktur. Teşhir Salonlarında eserlerin yaklaşık 1/5 i sergilenebilmektedir. Genelde ziyaretçilerin ilgisini daha çok çekebilecek eserler vitrinlerde yerlerini almaktadır. Topkapı Sarayı’nda yapılmakta olan restorasyon faaliyetleri sırasında metruk durumda bulunan bazı yapılar da restorasyon kapsamına alınmak suretiyle teşhir mekanlarının arttırılmasına çalışılmaktadır. Yeni mekânların da katılımı ile teşhir edilemeyip depoda bekletilmekte olan birçok eserin ziyaretçi ile buluşturulacağı hususunu memnuniyetle müşahede etmiş bulunmaktayım.
Gerek Kültür Bakanlığındaki müfettişlik görevim ve gerekse Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürü olarak görev yaptığım sırada Topkapı Sarayındaki incelemelerimde; Sarayı bazı günler 20 bin kişinin ziyaret etmekte olduğunu, gerek Türkiye’den ve gerekse İslam ülkelerinden gelen çok sayıdaki ziyaretçilerin Topkapı Sarayında geçirdikleri sürenin saatler alması nedeniyle namaz vakitlerini geçirmelerinden dolayı sıkıntı yaşadıklarını, bunların bir kısmının Sarayın muhtelif yerlerinde çimler üzerine ceketlerini veya bir bez sererek namazlarını kılmakta olduklarını görmüştüm. Bilhassa yabancı devlet adamlarına ibadet edecek bir yer gösterememenin üzüntüsü ve ayıbını yaşıyorduk. Saray içerisinde bulunan camilerden biri Kütüphane, bazıları da eser veya malzeme deposu gibi değişik maksatlarla kullanılmaya başlandığı için bu halleriyle hiç biri namaz kılmaya müsait değildi. Bunlardan Mecidiye Köşkü yanındaki, içerisinde değişik inşaat malzemelerinin depolandığı “Sofa Camii” ziyaretçilerin ibadet etmeleri için en uygun yerde olanı idi. Burasını ibadete açmaya karar verdik. Cami içindeki malzemeler boşaltıldı. Restore edilmesi icap eden kısımları onarıldı, sıva ve badanası yapıldı, halı döşenerek ibadete açıldı. Topkapı Sarayında açılan ilk cami özelliğini taşıması nedeniyle de geniş yankı buldu. “Sofa Camii ibadete açıldı”, “Topkapı’da namaz sevinci” gibi başlıklarla basında yer aldı.
Yavuz Sultan Selim tarafından İstanbul’a getirilen Hırka-i Saadetin Has odaya konulmasından itibaren bu bölümde devamlı olarak Kur’an-ı Kerim okunmaya başlanmış ve Topkapı Sarayı’nın Müze olarak düzenlendiği 1924 yılına kadar kesintisiz devam etmiştir. 1991 yılında, Hırka-i Saadet Dairesinde yeniden Kur’an okunması gündeme geldi ve hiç olmazsa mesai saatleri içerisinde okutmak için girişimde bulunmaya karar verildi. Bunun için Diyanet İşleri Başkanlığına 19.02.1991 tarihli yazıyı kaleme alıp Diyanet İşleri Başkanlığına elden gönderdim. Yazıyı gönderdikten kısa bir süre sonra gerekli organizasyonlar yapıldı ve mesai saatleri içerisinde Mukaddes Emanetler Bölümünde Kur’an okunmaya başlandı.
1996 tarihine kadar mesai saatleri içerisinde okunan Kur’an-ı Kerim 21 Ağustos 1996 tarihinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Kültür Bakanı İsmail Kahraman ile birlikte Kutsal Emanetleri ziyaretimizden itibaren de 24 saat okunmaya başlanmış olup günümüzde de devam etmektedir.