Bir başkadır... Benim Ankaram-3
Kentte ‘hiç kimse’ olmamak için…
Önceki iki yazıda İstanbul’u anlatan Bir Başkadır yazısından yola çıkarak Ankara’ya varmıştık. Ama şunu söylemek lazım. Temelde belli bir kentten çok belli bir mesele dikkatimizi çekiyor. Bir kenti kent yapan en önemli olgu olan, kendinden başkası ile karşılaşma ve etkileşebilme ihtimali ve olanağı ise rotaları giderek birbirinden ayrışan, karşılaştığında birbirini söndürmeye daha niyetli dalgalar misali yıkıcı unsurlara dönüşür. Gündelik yaşam döngülerinin nöbetleşe yoklukları birbirine eklediği bu Ankara dünyası çok ilginç bir insan türü yaratmıştır. Buna “gözlemleyemeyen insan” diyebiliriz. Bu yeni insan türü gözlemleme ihtiyacı hissetmeyen, gözlemlemeye temel oluşturacak sessiz iç diyalogun başlatıcılığından yoksun bir varlıktır. Arent’in dediği gibi artık kentte bir “hiç kimsedir”. Ona verilen görev kentte ona yazılmış öyküdeki gibi yaşamak görevidir. Gözlemlemek duygusunun oluşumu halinde bile neyi gözlemleyeceğini bilemeyen, gözlemleyeme başladığında da insanı ve farklı hallerini gözlemlemeye tahammül gösteremez. Çünkü artık elinde ve yaşamında bu duyguyu öğrenebileceği, uzun vakitler geçirebileceği ve kendisinden başkası ile karşılaşabileceği kamusal mekanlar bulunmuyor. Varsa bile onlar sadece üzerinden hızla gelip geçeceği yerler niteliği taşıyor. Canını bir an önce, anaforlaşmış duygular kapanındaki kısa konuşmalara bulayabileceği kapalı mekanlara, olmadı hareket halinde olabilmek için ulaşım araçlarına atmak telaşında.
Dizi bu kısır döngülerden çıkabilmek adına yine benim oldukça “Ankaralı” bulduğum üç çözüm de getiriyor karakterlerinin gözünden. Ankaralı olmak kenti çekici manzaraları, cazip mekanları değil de o mekanlardaki insanlar üzerinden bir arayış alanı gibi görmek olduğu için karakterlerin üç dönüşümü de bana ilginç geldi. Birincisi, dizinin bilge karakteri olan imamın sonunda tüm meselelerini ardında bırakarak doğaya dönmesi ve orada hiç tanımadığı bir insana derdini dökmesi. Sanki kenti aradan çıkarmak insanlarla buluşmanın yeni bir olanağı gibi sunulmuş. İkincisi, kendi geçmişine bir yolculuk yapmak ve kabuslarıyla, korkularıyla yüzleşmek. İçinde kaybolduğumuz değil de içinde var olduğumuz yolculuklar yapmanın anlamı vurgulanmış. Üçüncüsü de sahip olunan her şeye rağmen, içine kısıldığımız önyargıların, davranış biçimlerinin dışına taşabilmek için ötekine tahammül edebilmek, hatta sevebilmek ihtimali. Sıradan bir Ankaralı için bu üç arayış da gündelik yaşamın bir parçası gibi görülebilir. “Bu kentte ne var” sorusu biraz da “burada kim var” sorusu haline gelmiştir bizim için çünkü.
Dizi bana yeniden hatırlattığı bu soruların yanıtlarının ne olabileceğini, yaşadığımız kentlerde geçirdiğimiz insanlık maceramız adına yeniden hatırlattı. Bir kentte hayat daha çok bir akıntıya benziyor. Kıyıda durmak da, dizlerine kadar suya girmek de, el ele tutuşarak karşıya geçmeye çalışmak da mümkün. Ama bunlar hep aldatıcı. Esas olan akıntının kendisi, anaforları, ayrıntıları, taşıdıkları. Dikkatle bakmadığımız zamanlarda bir arayış gözlüğü takınıp bakınsak etrafımıza, başta kendimizi şaşırtsak, konuşmadıklarımızla konuşup, görmediklerimizi görsek akıntı beklemediğimiz bir güzelliğini açıverecek bize. Bunun için de kaçınmaların değil, karşılaşmaların, bağırışların değil bakışmaların, gürültülerin değil gülümsemelerin mekanına çiçek açtıracak konuşmalara ihtiyacımız var. Samimiyet, iyi niyet, incelik, derinlik ve arayış malzemeleriyle inşa edilmiş karşılaşmaların her yerde karşımıza çıkabileceğine olan inancı yenilemeye. O zaman “Bir başkadır benim Ankaram, ya da her neresi olursa” diyebilme ihtimalimiz artacak.
(BİTTİ)
Ekleme
Tarihi: 10 Şubat 2022 - Perşembe
Bir başkadır... Benim Ankaram-3
Kentte ‘hiç kimse’ olmamak için…
Önceki iki yazıda İstanbul’u anlatan Bir Başkadır yazısından yola çıkarak Ankara’ya varmıştık. Ama şunu söylemek lazım. Temelde belli bir kentten çok belli bir mesele dikkatimizi çekiyor. Bir kenti kent yapan en önemli olgu olan, kendinden başkası ile karşılaşma ve etkileşebilme ihtimali ve olanağı ise rotaları giderek birbirinden ayrışan, karşılaştığında birbirini söndürmeye daha niyetli dalgalar misali yıkıcı unsurlara dönüşür. Gündelik yaşam döngülerinin nöbetleşe yoklukları birbirine eklediği bu Ankara dünyası çok ilginç bir insan türü yaratmıştır. Buna “gözlemleyemeyen insan” diyebiliriz. Bu yeni insan türü gözlemleme ihtiyacı hissetmeyen, gözlemlemeye temel oluşturacak sessiz iç diyalogun başlatıcılığından yoksun bir varlıktır. Arent’in dediği gibi artık kentte bir “hiç kimsedir”. Ona verilen görev kentte ona yazılmış öyküdeki gibi yaşamak görevidir. Gözlemlemek duygusunun oluşumu halinde bile neyi gözlemleyeceğini bilemeyen, gözlemleyeme başladığında da insanı ve farklı hallerini gözlemlemeye tahammül gösteremez. Çünkü artık elinde ve yaşamında bu duyguyu öğrenebileceği, uzun vakitler geçirebileceği ve kendisinden başkası ile karşılaşabileceği kamusal mekanlar bulunmuyor. Varsa bile onlar sadece üzerinden hızla gelip geçeceği yerler niteliği taşıyor. Canını bir an önce, anaforlaşmış duygular kapanındaki kısa konuşmalara bulayabileceği kapalı mekanlara, olmadı hareket halinde olabilmek için ulaşım araçlarına atmak telaşında.
Dizi bu kısır döngülerden çıkabilmek adına yine benim oldukça “Ankaralı” bulduğum üç çözüm de getiriyor karakterlerinin gözünden. Ankaralı olmak kenti çekici manzaraları, cazip mekanları değil de o mekanlardaki insanlar üzerinden bir arayış alanı gibi görmek olduğu için karakterlerin üç dönüşümü de bana ilginç geldi. Birincisi, dizinin bilge karakteri olan imamın sonunda tüm meselelerini ardında bırakarak doğaya dönmesi ve orada hiç tanımadığı bir insana derdini dökmesi. Sanki kenti aradan çıkarmak insanlarla buluşmanın yeni bir olanağı gibi sunulmuş. İkincisi, kendi geçmişine bir yolculuk yapmak ve kabuslarıyla, korkularıyla yüzleşmek. İçinde kaybolduğumuz değil de içinde var olduğumuz yolculuklar yapmanın anlamı vurgulanmış. Üçüncüsü de sahip olunan her şeye rağmen, içine kısıldığımız önyargıların, davranış biçimlerinin dışına taşabilmek için ötekine tahammül edebilmek, hatta sevebilmek ihtimali. Sıradan bir Ankaralı için bu üç arayış da gündelik yaşamın bir parçası gibi görülebilir. “Bu kentte ne var” sorusu biraz da “burada kim var” sorusu haline gelmiştir bizim için çünkü.
Dizi bana yeniden hatırlattığı bu soruların yanıtlarının ne olabileceğini, yaşadığımız kentlerde geçirdiğimiz insanlık maceramız adına yeniden hatırlattı. Bir kentte hayat daha çok bir akıntıya benziyor. Kıyıda durmak da, dizlerine kadar suya girmek de, el ele tutuşarak karşıya geçmeye çalışmak da mümkün. Ama bunlar hep aldatıcı. Esas olan akıntının kendisi, anaforları, ayrıntıları, taşıdıkları. Dikkatle bakmadığımız zamanlarda bir arayış gözlüğü takınıp bakınsak etrafımıza, başta kendimizi şaşırtsak, konuşmadıklarımızla konuşup, görmediklerimizi görsek akıntı beklemediğimiz bir güzelliğini açıverecek bize. Bunun için de kaçınmaların değil, karşılaşmaların, bağırışların değil bakışmaların, gürültülerin değil gülümsemelerin mekanına çiçek açtıracak konuşmalara ihtiyacımız var. Samimiyet, iyi niyet, incelik, derinlik ve arayış malzemeleriyle inşa edilmiş karşılaşmaların her yerde karşımıza çıkabileceğine olan inancı yenilemeye. O zaman “Bir başkadır benim Ankaram, ya da her neresi olursa” diyebilme ihtimalimiz artacak.
(BİTTİ)
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.