Rahmetlik Babam “Kur’an’ın ilk emrinde “Oku” diyor, bu demektir ki okumayan cahilden Müslüman olmaz anlamı çıkar” derdi. “Sadece Kur’an’ı okuyun da demiyor, din okuyun, fen okuyun, bilim okuyun, matematik okuyun, okuyun işte diyor” derdi. Hiç ukalalık yapmaz, ukalaları da sevmezdi. Hanesi ve sofrası herkese açık, gönlü yüce, alicenap ve eli cömert bir kıymetti. Riyasız ibadet eder, cömertçe Zekatını verir, aydın ve saygın kişilerle sohbet ederdi.
Hastaların başında, şaşkınların peşinde, düşkünlerin işinde, yoksulların aşındaydı. Nerde binaçar bir fukara, sersefil bir mazlum, elbisesiz öğrenci, parasız veli, çatısız yetim, takatsiz ihtiyar varsa hepside onun babacan gönlüne sığınıp ilk onu bulur yanına gelirdi. Kimsesizlere kimse, mağdurlara çare, mazlumlara hami, gariplere klavuzdu.
Evimizin takası kitaplarıyla doluydu. Özelliklede tarih okumayı ve tarih anlatmayı çok sever, İslami güzelliklerden duygulanır, elinden geldiğince dini vecibeleri yaşar ve yaşatırdı. Zaten Alcı Köyü’nün genetiğinde vardı okumak, okutmak. Bir akademi kalitesindeki Alcı Köyü Gambır Köprüsü’nde her gün nitelikli sohbetler yapılır; şiir, edebiyat, tarih, din ve felsefe konuşulur; erdemli dostluklar, analitik yorumlar ve fedakar yardımlaşmalar yapılırdı. Valisinden vekiline, aliminden ulemasına herkes Alcı köyü için “Şapkalı Filozofların, Bürüklü Profesörlerin Köyü” diye bahsederdi.
Güzel insanlar, Bendeniz de Türkiye standartlarının üstünde çok okuyan ve çok gezen biriyim. İnsan kalitesini, sohbet muhteviyatını, ölçülü ifadeleri, bileni, bilmeyeni, bilmiş gibi davrananı, kısacası her konuda liyakat erbabı kişileri isabetle tespit eder, saygı ve ilgimi ölçüsü ve değeriyle kanalize ederim. Yani gezilerim ve okuduklarım ışığındaki kapsamlı tecrübelerimle daha doğru analizler yapabilecek birikimler kazandım. Eğer övünüyor demezseniz ömrüm boyunca hiçbir yerde Rahmetli Babamın ve dostlarının asaletine eşdeğer bir sohbet meclisine inanın rastlayamadım. En yüksek unvanlar ve en akademik kadrolarda bu derecelendirmelerime dahildir.
Babamın eşsiz misafirperverlik, asalet ve cömert ikramlarla süslü Köy Odasına bir gün Sorgun’dan farklı mevkilerde bürokrat ve eğitimci misafirleri gelmişti. Bende onlara sofra kuruyor, çay-yemek servisi yapıyor, soba yakıyor, ayak işlerinden teşkil yumuşlarını tutuyordum. Rahmetlik babam sohbet esnasında odasındaki takadan sayfaları sararmış eski bir kitap çıkardı ve misafirlerine Gazneli Mahmut’la ilgili ders niteliğinde bir menkıbe anlatıyordu. Okuduğu ve anlattığı konulardan ne kadar etkilendiysem yılar geçmesine rağmen o anlatısı hâlâ ezberimde. O anlatısını aynen sizlere de aktarıyorum.
“Maveraünnehir'den Ganj boylarına, Hazar kıyılarından Pamir yaylalarına kadar uzanan Türkistan coğrafyasının en kudretli hükümdarı Gazneli Mahmut; müdahil olduğu sahalarda ve masalarda yaptığı tüm kılıç ve diplomasi savaşlarını kazanıyor. Gün geçtikçe kudretine kudret, ününe ün ekliyor, muhabere meydanlarını tir tir titretiyor. Zaten ilk Sultan unvanını da o kullanmış. Çağırdığı ülkelerin liderleri huzuruna koşarak geliyor, kovdukları ise kaçacak delik arıyor. Bu kadar güçlü ve kudretli dediysem bir gramda kibri yok. İnancında sağlam, ibadetinde samimi, gönlü adil tam ve kusursuz bir devlet adamı.”
Bugün Afganistan toprakları içerisinde kalan Gazne hem doğduğu yer, hem de ülkesinin başkenti.. Her seferine ölçerek, tartarak, stratejik hamleler hesaplayıp çıkan bu akil ve bilge Sultan; ordusuyla Gazne’den 17 kez çıktığı Hindistan seferlerinin birinde bu kez gafil hareket ediyor ve fillerle donanımlı, kalabalık ve çok güçlü bir Hint Ordusuyla karşılaşıyor. Gördüğü orantısız bu güç karşısında kaybetme, yok olma korkusuna bürünüyor. Dönüşü olamayan bir yolda da olunca canı çok sıkılıyor, çaresizlik içerisinde dualar ediyor ve Allah’a bir adakta bulunuyor. “Eğer bu orduyu yenebilirsem, elde edeceğim tüm ganimetleri fakire-fukaraya dağıtacağım” diyor. Savaş bitiyor, Allah lütfediyor, yine Sultan Mahmut galip geliyor ve çok yüklüde bir ganimet elde ediyor.
Adağını hatırlayıp ganimetleri yoksullara dağıtacağını söyleyince komutanları, stratejistleri, maliyeci bürokratları ve tüm teknokratları itiraz ediyor. “Aman Sultanım bunca mal, bunca altın, bunca inci fakire fukaraya dağıtılır mı, onlar bu servetin kıymetini ne bilecek, siz bu servetin bir kısmını düşmanlarla daha kinlenerek savaşsın diye askerlere verin, bir kısmını da Devletin hazinesine katın ülkemiz daha da güçlensin” diyorlar.
Sultan düşünüyor ve teknokratlarını haklı buluyor. Fakat inancı gereği de türlü tereddütlere düşüyor. Bir tarafta Allah’a verdiği söz, bir tarafta akil kurmayların çok daha mantıklı görüşleri… Şaşıp kalıyor. Tüm akil kişilere soruyor herkes kurmayları haklı gösteriyor ve ganimetlerin fakirlere değil, hazineye verilmesi yönünde fikir birliği ediyorlar. Ordusunun içinde Ebul Hüseyn adlı kimseden çekinmeyen, doğru, bilge ve korkusuzca konuşan bir din alimi var. “Birde ona sorayım” diyor. Ebul Hüseyn’i çağırıyor ve “Ya Ebul Hüseyn, Savaşı kazanırsam elde edeceğim tüm ganimetleri fakire-fukaraya vereceğim diye Allah’a söz verdim. Fakat akil teknokratlarımın fikri ise çok daha mantıklı, sen ne dersin” diyor. Ebul Hüseyn; “Sultanım, eğer Allah’a bir daha işiniz düşmeyecekse kurmaylarınızın dediğini yapın, sözünüzü, adağınızı hiç düşünmeyin. Yok, yine Allah’a başka işleriniz düşecekse kimseye uymayın, sözünüzü ve adağınızı yerine getirin.” diyor. Bu söz üzerine Gazneli Mahmut’un gözleri fal taşı gibi açılıyor. Büyük gafletini anlıyor, tereddüdünden bile utanarak dediği gibi tüm ganimetleri eksiksiz yoksullara dağıtıyor.
İşte bizim Odada ve bizim köyde bu kalitede sohbetler olurdu. Düşünsenize 1980’li yıllar... Elektrik, internet, televizyon, telefon yok. Şimdi her taraf bilgi ve iletişim zenginlikleriyle dolu. Okullar, üniversiteler, akademisyenler dolu. Kimine alim, kimine ulema, kimine profesör, kimine doçent, kimine hoca, kimine hacı diyerek, yerli yersiz her yerde, her ortamda ve her kanalda bunları her gün dinleyip beynimizi kirlendiriyoruz.
Adına profesör, eğitimci, stratejist, teknokrat, konu uzmanı falan filan gibi liyakatsiz unvanlar takan şimdiki tiplerin çoğu, kimsenin duymadığı bir iki farklı ve ezber bilgiyi temelsizce ezberleyip, onları da kendilerine özgü bir cazibede kırıtı kırıtı, sırıtı sırıtı anlatınca bizde onları bir şey sanıyoruz. Ölçmeyi, tartmayı, yordamayı bilmeyen kişilerden de hak etmedikleri değerleri alınca ortalıkta hingilim atıp geziyorlar.
Tabii ki hepsine demiyorum ama, akşam ne yediğini bilmeyen tarihçiler, zekat vermeyen din alimleri, siyasilere yalamalık yapan bürokratlar, ezberci akademisyenler, uçkuru düşük hocalar, biliyor gözükmeye çalışan fakat hiçbir şey bilmeyen herşeyolog uzmanlar, öğretmenler, panelistler, cümle kurmaktan aciz kalemkör yazarlar, kes, kopyala yapıştırdan öte gidemeyen intihalci kültür araştırmacıları ve liyakatsız unvanlarının cesaretiyle her yerde, her konuda zırvalayan kayrılarak yetkilendirilmiş çenebazları itine dök.
Allah’a her zaman şükrediyorum. İyi ki ben Köy Odaları kültüründen beslenerek görgü, bilgi, ikram, ağırlama, uğurlama gibi kapsamlı dersler almış, adil ve akil gönüllerin dizlerinin dibinde büyümüş ve Alcı Köyü Gambır Köprü Enstitüsünden başarıyla mezun olmuş biriyim diye. E gurban olduhlarım, hadi ben bu vasıflarımla övünmeyim de norüyüm.